Ramazan hilâli Kudüs’ten doğar
Bazı acılar vardır, sürekli hatırlanması gerekir. Acıya sebep her ne ise ortadan kalkıncaya kadar hatırlamak gerek. Acıya da alışır insan… Bazı acılara alışmak ruhu alçaltır, kişiliği perişan eder. Alışmamak, direnmek, hatırlamak bazı acıların tek panzehridir.
Oruç her yıl kapımızı çaldığında arınmaya çağırır, anmaya davet eder.
Varlıktan vazgeçmeyi öğretir, yoksulları hatırlamamızı ister. Ve bir yandan yoksunluklarımızı bilincimizde taze tutmayı öğütler.
Kudüs her an anmayı gerektiren bir acı…
DEVAMI>>>…
Yazanemreakif on June 7, 2016
Alman köylülüğü
Uzun yıllar Türkiye’de yaşamış akademisyen kökenli gazeteci bir Alman arkadaşımın kendi milleti hakkında yaptığı tespiti çok şeyi özetler gibidir: Her Almanya dışına çıktığımda Avrupa’nın köylüleri olduğumuzu bir kez daha farkederim. Almanların köylülüğü meselesi elbette bir çırpıda çizilip atılacak türden değil ama çok şeyi açıklar niteliktedir.
Londra’da konfeksiyon işinde çalışan halk filozofu türünden, kendinden emin iri harflerle cümleler kurmayı seven bir Türk işçisinin bir ömür Avrupa’da yaşama deneyiminin özeti olarak üç ulusu kıyafetleri üzerinden tanımlardı: İngilizler spor giyer, Fransızlar şık görünmekten hoşlanır, Almanlar kaba ama sağlam elbiseler giyer.
Bir entelektüelin köylülük tanımıyla bir işçinin kaba ama sağlam tespiti bir araya getirildiğinde Alman karakteri hakkında çok genel bir resim ortaya çıkar.
Oysa kıta Avrupası düşüncesinin kurucu isimlerinin önemli isimlerinin Almanlar olduğu düşünüldüğünde köylülüğün felsefi temellerini de bulmamız gerekecek. Hegel’den Heidegger’e uzanan çizgide faşizme çıkan felsefi geleneğe temas etmemek imkansız. Geç kalmış emperyal hevesleri iki kez yarım kalan Almanların kaba, kanlı yüzüyle tanıdığımız faşizmi başarılı olsaydı muhtemelen Sovyet Marksizmi gibi düşünsel temelleri tartışılan, ciddiye alınan bir ideoloji olarak literatüre girecekti. Her kaybeden gibi faşizm de, Heidegger gibi yirminci yüzyılın en büyük düşünürlerinden birinin, en hafifi tabiriyle sempatisine rağmen lanet okunan bir düşünce olarak kalmaya mahkum. Çünkü kaybetti… Zalimliği bile Avrupa düşüncesi içinde meşrulaştırılabilirdi; tıpkı Stalinizm gibi…
Alman karakterindeki köylülük şeklinde kendini gösteren kaba fakat sağlamlık şeklinde tezahürüdür, en azından bizi etkileyen çehresiyle askeri modernleşmedir. Osmanlının İngiliz, Rus ve Fransız kıskacına girdiği son dönemde bir denge unsuru olarak Almanlara yakınlaşması daha çok askeri alandaki tezahürleriyle bizi etkiledi. Alman milliyetçiliğinin Osmanlı versiyonu özellikle İttihatçı politikalarda Türk milliyetçiliğinin öne çıkarılmasıydı. Askeri bir ideoloji olarak benimsemekte zorlanmadığımız milliyetçiliğin dönemin şartlarında dayatmacı, kaba ama sağlam görünen bir karşılık veriyor gibiydi. İmparatorluğu kurtaracak “kültürel Türkçülük” olarak Alman versiyonu siyasete sarılan askeri bürokratik yapı imparatorluğun son çırpınışı olacaktır.
Fransız modernleşmesi nasıl Tanzimat aydınları için hürriyet, adalet, musavat gibi “büyük idealler” olarak modernleşmenin ve medeniyetin alamet-i farikası idiyse, milliyetçilik de bu uygar dünyanın romantik süsü olabilirdi. Alman modernleşmesinin birebir karşılık geldiği askeri bürokratik yenilenme bir kurtuluş ideolojisinden çok siyaset olarak sert ve cebri olması kaçınılmazdı.
Bu arada şunu da hatırlatmakta yarar var, Birinci Dünya Savaşı’na girişimize sebep teşkil eden iki Alman zırhlısı savaş gemisinin provokasyonu da ince bir diplomatik manevralardan çok tam anlamıyla Alman kabalığının diplomasiye yansıyan biçimidir. Ve imparatorluğun sonunu getirecek olan Almanlarla müttefik olarak girdiğimiz savaşta Osmanlı ordusunun komutasının Almanlarda olduğu da unutulmamalı. Stratejik kararlarda son sözün Alman subaylarında olduğunu bu nedenle Osmanlı için gereksiz cephelerde büyük kayıpların verildiğini… Farklı cephelerde Almanlar üzerindeki müttefik baskısını hafifletmek için Osmanlı askerinin ölümüne sürüldüğü de bir vakıadır.
Almanların emperyal hevesleri uğruna dünyanın başına açtığı savaşın bedelini tüm insanlık ağır ödedi. Sadece İkinci Dünya Savaşı sırasında toplam yetmiş milyon kadar insan can verdi.
DEVAMI>>>…
Yazanemreakif on June 6, 2016
Şam ve Ankara’yı yaklaştıran korku
Son günlerde Suriye Baas yönetimi ile Türkiye’nin ilişkilerinin düzenlenmesi, görüşmelerin başlatılması yönünde bir politika değişikliğinin işaretlerini veren açıklamalar yapılıyor. Suriye iç savaşının her anlamda tıkandığı, hiç bir tarafın mutlak üstünlük sağlama gücünde olmadığı bir noktaya gelindi. Üstelik doğrudan dış müdahalelerin askeri boyut kazandığı ortamda Suriye iç savaşı bir vekalet savaşı olmaktan da çıkmak üzere. Bölgesel ve bölge dışı güçlerin uluslararası hukuk kılıfı altında müdahil olduğu, doğrudan savaşın tarafı haline geldiği ortamda bölge çok ciddi risk altında. Artık kimse şu veya bu yönetim altında bir Suriye’den bahsetmiyor. Hatta yönetimden çok bütünlüklü kalsa bile yaşanabilir bir Suriye’nin varolup olmadığı konuşuluyor. Yürütülmeye çalışılan hesap, herkesin kaybettiği bir içsavaştır. Bu saatten sonra kimin hangi politikaları sürdürerek bu noktaya geldiği yahut kimin zamanında “ben yazmıştım” deyişini haklı çıkaracak olguların hiç bir anlamı kalmadı. Ama yazılıp çizilenler, ithamlar da arşivlerde duruyor.
DEVAMI>>>…
Yazanemreakif on June 2, 2016