28 Åžubat’ın iki arızası
Bugünlerde yoÄŸunlaÅŸtırılmış bir postmodern darbe etkinlikleri düzenleniyor. Dönemin maÄŸdurları, tanıkları yaÅŸananları anlatıyor; siyasiler, yazarlar, kanaat önderleri açıklamalar yapıyor. Bizzat uygulamaların muhataplarının direniÅŸi ilk elden yeni nesillere aktarılmaya çalışılıyor…
Her anlamda bu memlekete yapılabilecek en büyük kötülükleri uygulamaya koyan bir anlayışın ideolojik, kültürel kodlarının, siyaset anlayışının ortaya çıkarılması gerekiyordu. O dönemin siyasal sonuçları kadar neden olduÄŸu sosyal tahribat, kiÅŸisel dramlar daha incelikli olarak ele alınmalı. Zira, maÄŸdur olan binlerce insanın bireysel hikayeleri daha derin izler bıraktı. ÇoÄŸu dillendirilmeyen, baskıları, yaÅŸadığı travmaları sessizce içine gömerek zamanın sahibine havale eden derin sükunetin sakladığı ne acılar var…
Beyaz Saray’da çalışan tek başörtülü Amerikalı Müslüman The Atlantic dergisindeki, yaÅŸadıklarını ve istifa gerekçesini anlattığı yazısını okurken 28 Åžubat sürecinde yaÅŸananları hatırladım. Trump sonrası Amerika’da yaÅŸananlar, üniversiteli başörtülü öğrencilerin, iÅŸinden edilen memurların ve bir anda ötekileÅŸtirilen milyonların yaÅŸadığı kırgınlığı hatırlattı. 2011 yılından beri beyaz Saray’da görev yapan BangladeÅŸ asıllı Rumana Ahmed, Trump döneminin atmosferini 11 Eylül sonrasına benzetiyor; ‘bu kez saldırı ve ayrımcılık sokaktaki ırkçılardan deÄŸil resmi makamlardan geliyor’ diyor.. Ve ilave olarak, ‘benzer hakaret ve fiili saldırılara maruz kalan Müslümanların artık kendilerini bu ülkeye ait hissetmedikleri bir atmosfer hakim’ olduÄŸunu vurguluyor. Nitekim kendisi de, 7 Müslüman ülkeden gelen mültecilere giriÅŸ yasağı kararı alan yönetimde görev yapamayacağını bildirerek istifa ediyor. BangladeÅŸ asıllı iyi eÄŸitimli bir ailenin Müslüman kızınının hikayesi ‘Amerikan rüyası’nın bitiÅŸine bir örnek…
28 Åžubat sonrası Türkiye’de başörtülü olarak okuyamadığı için yurtdışında eÄŸitim imkanı arayan öğrencilerin de benzer duygular yaÅŸadıklarına tanık olmuÅŸtum. Bu durum, sadece hayatının baharında geleceÄŸi elinden alınan, Frenkistanda zor ÅŸartlarda tutunmaya çalışan gençlerle sınırlı deÄŸildi. MesleÄŸini yapamayan, barodan atılan, öğretmenlik yapamayan ve hayatın tüm alanlarından dışlanan bir maÄŸdurlar kitlesi oluÅŸtu. Hepsinden önemlisi fiilen bu baskıya muhatap olmayan kendi halinde bir emeklisinden çalışanına, erkeÄŸinden kadınına bu ülkenin sessiz çoÄŸunluÄŸu rencide oldu.
Özellikle gençler arasında, inancını yaşama imkanı vermeyen bir seçkinler güruhu yüzünden bu ülkeye karşı aidiyet duygusunun yara alması söz konusuydu. İşte postmodern darbenin toplumsal hafızada açtığı derin yara, bu memleketi hesapsız sahiplenen inanmış insanların sadece dışlanmasını değil ötekileştirilerek bu topraklarla kurduğu aidiyet duygusunun aşındırılmasıydı.
Tüm baskılara raÄŸmen, bu maÄŸdurlar için bu memleketin anlamı; Amerika’ya göç ederek vatandaÅŸlık almış bir Müslümanların kurduÄŸu aidiyet iliÅŸkisi ile aynı deÄŸildi elbette. ‘GeldiÄŸiniz yere gidin’ diyen beyaz ırkçı nefretin kaynağını anlamak mümkün. Medyada, bürokraside, okullarda mülteci muamelesine tabi tutmanın, sessiz çoÄŸunluÄŸu ötekileÅŸtirmenin sürdürülebilir bir proje olamayacağını zaman gösterdi. Ancak o dönemde kendini ülkenin, sistemin sahibi sanan mutlu ve mütekebbir azınlığın uygulamalarına bakarak bir kesimin aidiyet hissini sorgulayacak duruma gelmesi de en büyük travmalardan biriydi. Bugün bir mesele olarak bu aidiyet kaybının da aidiyet duygusunun mahiyeti de yeniden ele alınıp konuÅŸulmalıdır.
Postmodern darbenin 20. yıldönümünü mağduriyet şenliğine dönüştüren en azından böyle bir algının oluşmasına sebebiyet verecek kimi söylem ve etkinlikler de başka bir sonuç olarak önümüzde. Binlerce insanın içine gömerek çektiği acı ve verdiği mücadeleyi adeta hiçe sayan ve her dönem karşımıza çıkabilen bir tipolojiden bahsediyoruz. Bu tipler sürekli geçmişte yaptığı hizmet ve mücadeleyi öne çıkarır . Burada söz konusu edilen husus bireysel olarak insani bir zafiyet değil kuşkusuz: Bilinçli, planlı biçimde verdiği mücadeleyi, çektiği sıkıntıları bugüne fatura eden tiplerdir. Geçmişini, yaptığı fedakarlıkları topluma, çevresine fatura etmek bu ülkede hemen her siyasi ve ideolojik kesimde tüm kesimlerde çok sık rastlanan bir hastalıktır. Bir ahlak sorunudur. Hele söz konusu Müslüman ise en başta hesaplaşılması gereken bir arızadır. Yazarı, aktivisti, eğitimcisi hemen her kesimde bolca rastlanan, bir zamanlar yapıp ettiklerini ya da yapmadıklarının karşılığını bekleyen ve bu beklentisi de hiç bir zaman tükenmeyecek olan tiplerden söz ediyoruz. . Bunlarla yüzleşmeli. Samimiyet, fedakarlık, dürüstlük gibi erdemlerden yoksun bir mücadele adamından ancak şarlatan çıkar.
Evet 20. yılında postmodern darbenin bıraktığı iki derin iz üzerinde düşünmek gerekiyor. Sorumluluk bilinci ile geçmiÅŸten ders çıkarmayı, birikimi aktarmayı vazife sayan, tevazu ve erdemi terk etmeyen gönül erlerine kulak vermeli…
Ýlgili YazýlarDüşünce
Editör emreakif on March 4, 2017