AB macerasının sonu mu?
Avrupa Birliği eline geçen her fırsatta Türkiye ile ilişkileri geriyor. Bir yönüyle bakıldığında AB kriterleri açısından haklılık payı olan tepkiler gösterdiği söylenebilir, Madem temel değerlerinizi Avrupa Birliği’nin kriterlerine uygun hale getirmeye karar vermiş ve bu yönde siyasi irade göstermişseniz bu tür eleştiriler kaçınılmaz. Ölçüyü koyanlar yargılama hakkını ellerinde tuturlar.
Türkiye ile AB ilişkileri bu kadar düz ve tek boyutlu değil elbette.
Son iki yüzyıllık Batılılaşma maceramızdan bağımsız ele alınamayacak bir süreçten bahsediyoruz. Eğer, Batı özelde Avrupa ilişkilerimiz sadece ilkeler ve temennilerden ibaret olsaydı Osmanlının batıya en çok yaklaştığı/batılılaştığı dönemde Avrupalılarca parçalanma hesapları yapılmazdı. Osmanlının parçalanması tek başına Batıya yakınlaşmasının bir sonucu değil ama Avrupa emperyalizminin doğrudan sonucu olduğu söylenebilir. Gerçekleşen her gönüllü reform girişimi ya da Batılılarca dikte ettirilen düzenlemelerin siyasal sonuçları temenniler ve uygarlık iddialarını aşan çok farklı düzlemdeki çıkar ilişkileriyle bir arada ele almadan anlaşılmaz.
Türkiye ile gerginleşen AB ilişkilerinin kazandığı boyut adeta kavga çkarmak isteyen zoraki ortaklığı hatırlatıyor. Sanki taraflar, açıktan bozmaya cesaret edemedikleri bir anlaşmayı, suçu karşı tarafa yıkacak meşru bir gerekçe arıyor. Türkiye için Avrupalıların memleketi parçalamak, zayıf düşürmek için her tür gerekçeyi değerlendiren bir stratejinin kurulmuş olduğu yargısı hakim. Avrupalılar içinse bir türlü Batının evrensel değerleri ile barışamamış, yani ehlilleştirilememiş bir doğulu ile kurulan zoraki ittifak söz konusu. Daha açık ifade ile, Türkiye’yi Avrupa evinden içeri almak ya da almamak meselesi…
Avrupa ile bunca uzun bir tarihe sahip bir ülkenin çocuklarının tarihten bağımsız Avrupa’yı. Batıyı, Avrupa Birliği’ni değerlendirmesi en hafif tabiri ile hafızasızlıktır. Devletlerin, toplumların uygarlıkların geçmişte asılı kalıp değişmediğini iddia etmek nasıl saplantıların esiri olmaksa, tarihin doğrun okunmaması da kendini inkar etmeye götürür…
Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinin dönüm noktası olan ortaklık ilişkilerine geçildiği dönemde yapılan tarihsizleştirilmiş bir yaklaşımın ürünü yorumlar tüm memleketi nasıl teslim aldığını hatırlayalım. Türkiye’nin Avrupa ilİşkileri sadece savaşlardan ibaret değil, hatta Avrupa tarihi biraz ad Osmanlı tarihidir. İki farklı medeniyetin her alanda birbiriyle kıyasıya mücadelenin tarihi de olsa aynı zamanda kültürel, ekonomik, sosyal geçişkenliklerin yaşandığı bir süreçtir. Tarihin farklı evrelerinde farklı biçimler kazanan bu çok yönlü ilişkileri romantik temennilere indirgenemez, yorumlanamaz…
Avrupa’nın küresel güç olma hevesinin önünde hem en büyük engel hem de fırsat olarak Türkiye’nin jeopolitik ve jeokültürel konumu göz ardı edilerek kadim rekabet anlaşılamaz. .
Avrupa Birliği içindeki temel ayrışım da Türkiye’nin, bu projeye engel mi yoksa fırsat mı olduğu konusudur. Muhtemelen Avrupa Birliği’nin stratejik anlamda dağılmsını yahut küresel aktör olmasını belirleyecek olan en önemli faktörlerden biri türkiye ilişkileri olacak.
İster muhafazakarlarda olduğu gibi politik gereklilik, ister batıcılarda olduğu türden uygarlık romantizminden kaynaklansın, AB ile ilişkiler hiç bir zaman stratejik kuşkuculuktan uzak değildi. Elbette bunun temel nedeni iki farklı medeniyet değerlerinden beslenen derin ayrışmadır. Her ne kadar Avrupa evrensellik iddiasında, Türkiye de Batılı değrleri benimseme iddiasında olsa da toplumsal bilinçaltı kriz anlarında resmi tutumu devre dışı bırakacaktır.
Küresel aktör olma iddiasındaki bir Avrupa Birliği projesinin siyasi, ekonomik, startejik tercihlerinin, hesaplarının olmadığını kimse savunamaz. Var olan derin stratejik kaygılarının tenmennilerle giderilleceği de beklenemez. Kaldı ki kiriz dönemlerinde, kendi içinde de ulus devletlerin küçük hesapları, stratejik ve kültürel farklılıkları Birlik içinde hemen su üstüne çıkıyor.
Bu stratejik hesabın ne olduğu sorusuna komplocu tuzağına düşmeden cevaplayabilmek için küresel dünyayı kavramak kadar tarih bilinci gerekir. Tarih böylesi büyük kırılmaları anlamlandırmak için gereklidir. Avrupa gerçekte Türkiye’yi ne içine almak ne de tümden dışlamak yerine ehlilleştirilmiş olarak kapıda bekletilen bir doğulu gözüyle baktı. Biraz da batıcı elitlerimizin her fırsatta dillendirdiği doğu- batı arasında köprü rolü oynaması istendi…
Zira Türkiye potansiyeli itibari ile Avrupa Birliği içine alınamayacak kadar büyük, tümüyle dışlanamayacak kadar vazgeçilmezdi….
Sezai Karakoç’un 1960’lı yıllarda yaptığı tespiti hatırlamanın tam sırası. Bu zamana kadar muhafazakarların hatırlamak istemediği Sütün’lardki bir düşünüre özgü tespitini dikkate değer bulurum. . Özetle şöyle diyordu; “eğer Müslümanlar, İslam Birliğini gerçekleştirmeden Avrupa kendi birliğini kurarsa asıl felaket o vakit gerçekleşir.”
Kendi ola toplumlar ödünç kavram ve değerlerle hayatiyetini sürdüremez.
Editr emreakif on November 17, 2016