Amerika’nın Netanyahu ile imtihanı
İsrail’de tüm seçim tahminleri ve kamuoyu araştırma sonuçlarını yanıltan bir sonuç çıktı. Netanyahu seçimin galibi oldu. Bu sonuç sadece İsrail içi dengeleri ilgilendirmiyor. Zaten İsrail hiç bir zaman ‘kendi içi’nden ibaret bir yapı olmadı. Hep dışarısı ile var olmayı denedi; varlık gerekçesini efsanelerle meşrulaştırmaya çalıştığı için dış unsurların desteği oranında kendini güvende hissedebilecektir.
Bu dışsal güvence, başta uluslararası sistemin askeri, siyasi desteğini gerektiriyorken diğer tarafta insan malzemesini dışarının izin verdiği oranda temin edebildi. En başta bir ulus devlet görünümüyle din ve ırk temelli kimliğe yaslanan, sadece bu gerekçelerle bile, coğrafyasına yabancı ve dışa bağımlı bir iddia olarak ortaya çıktı.
Söz gelimi, Filistin topraklarını işgalle bağımsızlık ilanı nasıl askeri ve siyasi olarak başta Amerika ve Batılı ülkelerin desteğiyle mümkün olmuşsa insan malzemesini sağlayan en önemli kaynaklardan biri de Sovyetler olmuştur. İsrail karşıtı kampta yer almış görüntüsü veren Sovyetler dünyaya en kapalı olduğu dönemlerde bile Yahudi göçüne izin vermekten geri durmadı.
Askeri anlamda rakipsiz göründüğü, siyasal olarak da uluslararası konjonktürün tümüyle lehine işlediği bir dönemde bile İsrail’in dışsal bağımlılığı gerçekte hiç eksilmedi. Bu nedenle nihai olarak dışa bağımlı, özelde de Amerikan nüfuzuna muhtaç konumu hep geçerli kaldı.
Netanyahu’nun seçim galibiyeti her anlamda bağımlılıklarının ve ayrıcalıklı statatüsünün üst üste çakıştığı bir döneme denk geldi. Seçim öncesi Obama’ya meydan okuyan bir kampanya yürüterek bu bağımlılık faktörlerini adeta hiçe saydığını ima eden  Netanyahu’nun sağcı partilerle beraber gücü elinde tutması, İsrail’i izole edici bir yönü olsa da, dışsal faktörleri karşısına alma cüreti olarak okunabilir.
İsrail’in yeni dönemde daha da ırkçı politikalara yönelme eğilimi göstermesi, aynı zamanda Amerika, özellikle de Obama’nın Ortadoğu siyaseti açısından bir sınav, aynı zamanda bir imkan gibi görünüyor.
Yeni dönemde İsrail’in siyonist kolonyalizmin bir gereği olarak kendi Arap vatandaşlarına ayrımcılığı, Yahudi yerleşimlerini ve işgali Filistinliler aleyhine genişletmeye devam edeceği, bir tür apartheid uygulamalarını sürdüreceği anlamına geliyor. Nüfusunun yüzde yirmisini oluşturmalarına rağmen Araplara karşı resmen ikinci sınıf vatandaşlık uygulamalarına ilaveten sadece Filistin-İsrail çatışmasından öte dünyanın öncelikli kısmını birinci dereceden ilgilendiren Kudüs’ün işgal edilmişliği gibi meselelerde daha kötü gelişmelerin bekleneceği anlamına geliyor.
Ortadoğu’nun karmaşıklığı, Arap baharı denilen apolitik ayaklanmaların sonuçsuz kalması İsrail’in adeta her istediğini yapabileceği, daha önce varılan anlaşmaları, verilen sözleri fiilen terk edebileceği zemini hazırlıyor.
Tam bu noktada Amerika’nın, özellikle Obama’nın eline önemli bir koz da vermiş oluyor Netanyahu. Bu durumda iki seçenek ortaya çıkıyor: Sağcı bloğun oldu bittilerine karşı sessiz kalıp bölgenin geleceğini rehin almasına göz yumacak. Böylelikle İsrailli politikacıların geleneksel şımarıklıklarını ödüllendirmiş olarak
Ortadoğu’daki krizin daha da derinleşmesine neden olacak. İsrail sağının bu riskli kumarına Amerikan sisteminin ne kadar izin vereceği, daha doğrusu bu riski kabul edip etmeyeceği temel soru.
İsrail, şu an geldiği nokta itibariyle tüm kaotik ortamı, dar alanda kendi lehine kullanma becerisini gösterdi. Ancak özellikle ABD’nin Filistin-İsrail sorununa dair temel politikalarında değişiklik olmadığı kanaatini güçlendiren, artarda gelen açılımları, bir yönüyle Arapları ayrıştırmaya yönelik olarak okunabilir. Diğer yönüyle ise, dışsal faktörleri/güçleri adeta yok sayarak Filistinlilere karşı uygulamalara karşı sessiz kalmayacağı anlamına da gelebilir.
Amerikan yönetimi açısından ikinci seçenek ise, Netanyahu’nun pervasızlığı, dünya gücü olarak kendi bölgesel stratejileri ile çatışmaya başlaması her zaman ortaya çıkan bir durum olmamasıdır. Bu durumda Obama için yeni İsrail yönetimine bir tür ders vermek için önemli bir gerekçe sunulmuş oluyor. Netanyahu’nun meydan okumasına karşı sessiz kalan bir Amerikan yönetimi, sadece bilinen İsrail tarafgirliği ile izah edilemez; aksine bölgede kurmak istediği yeni dengeleri, ittifakları da riske sokacaktır. Bu yönüyle yakın tarihte istisnai bir iki örneğin dışında rastlanmayan bir tavırla İsrail’i BM Güvenlik Konseyinde yalnız bırakma ihtimali var.
Bunu gerçekleştirmesi halinde Amerika’nın bölgesel dizayn çabalarında İsrail ipoteği kısmen engellenebilir. Aksi durumda iyice kontrol edilemez hal alan bölgesel vekalet savaşlarının, sekter görünümlü iç savaşların girdabında çırpınan bir dünya devi görüntüsü verecektir.
Dışsal faktörler, uzun zamandır belki de ilk kez İsrail’i sıkıştırma konumunda. Üstelik bu zamana kadar alternatif siyaset üretme iddiasındaki İsrail solunun sessizliği, çaresizliği dış faktörleri daha da müdahil olmaya zorlayacak.
Obama’nın Ortadoğu sınavı, Irak ve Suriye krizine nihai olarak nasıl müdahale edeceği olduğu kadar yeni İsrail sağının meydan okuyucu siyasetine gereken cevabı verip veremeyeceğiyle alakalıdır. Zira Amerika’nın artık bu tür şantajlara teslim olma lüksü kalmamıştır.
Editör emreakif on March 21, 2015