Amerika’yı keşfetmenin bedeli

Amerika’yı kimin keşfettiği tartışması hiç de yeni değil. Üstelik Müslümanların muhtemelen daha önce bu kıtaya varmış oldukları bilgisini, başta Batı bilim çevreleri olmak üzere aklı başında olup kabul etmeyen kimse de yok.

Temel sorun “keşif” kavramına yüklediğimiz anlamla alakalı. Mesela, Ümit Burnunu Avrupalılar keşfettiğinde insanlık keşfetmiş sayılıyor. Oysa dünyanın geri kalan kısmı bu güzergahı biliyor, kullanıyordu. Nitekim Ümit Burnunu ilk kez dolaştığı kabul edilen Avrupalı Vasco da Gama’ya yol gösterenler Müslüman gemicilerdi. Demek ki keşfedilen yeni bir şey yok; yeni olan Avrupalıların cehaletlerini keşfetmeleriydi.

Her uygarlık dünyayı, tarihi, gelişmeleri kendi varlık algısına göre kavramsallaştırır. “Coğrafi keşifler” kavramsallaştırması bu Avrupa-merkezli  tarih anlayışının, coğrafya tasavvurunun  tipik örneğidir. Amerika’nın keşfine dair benzer iddialar Vikingler için söylendiği gibi Çinli bir Müslüman amiralin de (Zheng He) Amerika’yı keşfettiği bilgisi geçtiğimiz yıllarda hararetle tartışılmıştı. Çin’in ekonomik gücünün artışı ile bu keşfin keşfedilmesi arasında bağlantının olmadığı söylenemez.

Rönesans öncesi kadim dünyadaki, özellikle İslam alemindeki bilimsel çalışmalara Çin’den Hint medeniyetine kadar birikimden tevarüs eden teknik buluşlar listesi de eklendiğinde Avrupalıların insanlık birikimini paranteze alan Eurocentric tarih okuması geçersiz kalabilir.

Ne var ki, asıl sorun tam da burada başlıyor… Özellikle Müslüman aydınlar arasında Batı’nın İslam dünyasına neler borçlu olduğu, Batı medeniyetinin temelinde Müslümanların yaptığı bilimsel, entelektüel çabaların olduğu tezi çokça işlenir. Buna göre Batı medeniyeti bugünkü gelişmişliğini İslam alimlerine borçlu; Haçlı Seferleri ve Endülüs kanalıyla bilimle, düşünceyle tanıştı!

Batı’nın teknolojik, bilimsel gelişmelerinin temelinde önemli ölçüde İslam dünyasından, diğer kültürlerden yararlanmış olması başka bir şey, Batı medeniyetinin bugünkü düzeye gelmesini Müslümanlara borçlu olması, hatta bu açıdan sahiplenmek gerektiğini düşünmek başka şeydir. İnsanlık tarihini Avrupa ile başlatıp diğerlerini paranteze alan, Batı-merkezli, tarihi düz çizgide okuyan bakış ne kadar eksik, yanlış ve yanıltıcı ise İslam medeniyetinin Batı medeniyetinin asıl sahibi olduğu tezi de tam bir akıl kamaşmasıdır.

Burada sorun epistemolojik olduğu kadar bilim felsefesi, hakikat anlayışı/arayışı, insan ve evren, insan ve yaratıcı ilişkisiyle de alakalıdır. Basitçe bir bilimsel deney ve teknolojik buluş meselesine indirgenemez.

Rönesans sonrası modern bilim anlayışı ile önemli ölçüde faydalandığı İslam bilim anlayışının gerek sonuçları itibariyle gerekse bilime, hakikate bakışı itibariyle temel farkları var. Bunu yok sayarak İslam medeniyetinin Avrupa uygarlığının temelini oluşturduğu tezi tam bir yenilmişlik duygusuna işaret eder.

Avrupa’daki bilimsel gelişmeler ve modern bilim anlayışının insanlık için ne anlama geldiği gibi derin mevzuyu atlayarak kolayca sahiplenmek bir bakıma Batı ile suç ortaklığı yapmaktır.

Avrupalılar eliyle nasıl kullanıldığı, nasıl anlamlandırıldığı, İslam’ın bilgi ve hakikat arayışı açısından ne anlama geldiği sorgulanmadan Modern bilimi sahiplenmek ucuzculuk olur.

Modern bilimin doğayla, hakikatle ilişkisi dikkate alınmadan,  emperyalizm, kapitalizm gibi tüm dünyayı etkileyen sonuçları göz önüne alınmadan bu mesele tartışılamaz.

Aynı bilginin bir Çin medeniyetinde, bir İslam medeniyetinde hangi amaçla ve nasıl kullanıldığı ile Batılıların eline geçtikten sonra tüm dünyayı etkileyecek sonuçları dikkate alınmalıdır. Hiç bir bilgi; değerler sisteminden, bilim anlayışından bağımsız değil.

“Bilgi güçtür” anlayışı ile siyasanın, sermayenin yedeğine girmiş modern bilimin getirdiği refahın, kalkınmışlığın Avrupa dışı dünyaya ödettiği bedel ortada. Bu bedel bizzat Batı’nın sınırlarına da dayanmış, artık bir insanlık krizi haline gelmiştir.

Avrupalıların bilgiye güç merkezli yaklaşmaları, her anlamda iktidarın nesnesi haline getirerek bedelini Avrupa dışı dünyaya ödettiren sömürü sistemine dönüştürmeleri bu uygarlığın belirgin yanı. Böylesi bir bilgi-iktidar-güç ilişkisiyle şekillenen Batı üstünlüğü tezi karşısında “bunların temelinde Müslümanlar vardı” derken bir kez daha düşünmek gerek.

Amerika’yı Müslümanların keşfetmiş olmasının ötesinde Amerika’yı en son keşfeden Avrupalıların burayı hangi amaçla “keşfettikleri” ve oradaki kadim  medeniyetlere ne yaptıkları sorusu  varlık görüşüyle alakalıdır. Maddi medeniyetin Amerika kıtasındaki maliyeti ile Batı’ya sunduğu refah arasındaki çelişkiyi sorgulamayan keşif, bilimsel devrim gibi güzellemeler en azından ahlaki temelden yoksundur.

Batı’nın Rönesans ve “keşifler çağı”ndan itibaren Aydınlanmaya giden yolda modern bilimin “bilgi güçtür” ilkesine yaslanan uygarlığın dünya egemenliğinin faturasını bugün insanlık ödemektedir.  Buna karşın  “bilgi erdemdir” anlayışıyla hakikat arayışına yönelen bir tasavvurun uzlaşmazlığını fark etmek kaçınılmaz bir yüzleşmeyi, değerler düzeyinde hesaplaşmayı gerektiriyor.

lgili YazlarDünya, Düşünce, Siyaset

Editr emreakif on November 18, 2014

Yorumunuz

İsminiz(gerekli)

Email Adresiniz(gerekli)

Kişisel Blogunuz

Comments

Dier Yazlar

Daha Yeni Yazlar: