Arap Baharı mı? İyi seyirler…
Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Akif Emre İktibas Dergisi Kayseri Temsilciliği’nde “Arap Baharı ve İslamcılık” konusunu anlattı.
İktibas Dergisi Kayseri Temsilciliği’nin konuğu olan Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Akif Emre, Arap Baharı’nın klasik bir oryantalist bakış açısının tezahürü olarak görüldüğünü belirterek şu ifadelere yer verdi; “Burada ima edilen: Müslümanlar, Ortadoğu halkları aslında durağan, hareketsiz, despotik yönetimler altında yaşamaya alışmış ve yaşayan toplumlardır. Bu klasik oryantalizmin doğuya bakışıdır. Dolayısıyla bunun yeni tezahürü ilk defa Araplar silkinerek üzerinde ki ölü toprağını atıyorlar ve harekete geçiyorlar tarzında bir imaj oluşturuldu. Tabi bu sorgusuz bir şekilde kabul edilince sonrasında kavramsallaşma da yürürlüğe girmiş oluyor. Yani Arap Baharı dediğimiz şey aslında batılı bir bakış açısının tezahüründen başka bir şey değildir. Peki, bu nasıl kavramsallaştırılabilir? Maalesef biz bu konuda kavramımızı net bir şekilde ortaya koyamadık. Bu nedenle batılıların kullandığı kavram sürüme girdi. Bizde anlaşılması kolay olduğundan Arap Baharı diye kullanıyoruz.” Bu oryantalist bakış açısının tesadüfî bir olay olmadığına değinen Emre, bunu bilinçli yapılan bir zihinsel yapılanmanın sonucu olduğunu açıklayarak bunun nedenlerini şöyle aktardı; “Çünkü bu Arap Baharı’nın kavramsallaştırılması bu hareketlere yüklenen anlamın sonuçlarını da belirlemek üzere dış müdahaleleri de meşrulaştıran bir kavram çerçevesi sunuyor. Olayın isminin konulması bakımından ismi şöyle veya böyle olsun demek geçiştirilecek kadar önemsiz bir şey değil. Sanılanın aksine batıda ki merkez medyalar bu konularda son derece ideolojik ve zihinsel örgütlenmeleri güçlü yapılardır. Orada atılan bir başlık veya manşet muhalif bile olsalar belli bir karşılığı olur.” Emre Batının bu hamlesinin altının çizilmesi ve sorgulanması gerektiğini belirtti.
Bir bakış açısı sunmak zorundayız
Yaşanan süreçte İslami hareketin, İslamcıların bir zaferi mi ya da koskoca bir komplo mu dur? Sorularını ortaya koyduğumuzda yanılma payımızın çok fazla olduğunu dile getiren Emre, “Fakat bu süreci anlamaya ve çözmeye çalışmak zorundayız. İslami bilinç sahibi insanlar, okuyan, düşünen ve konuşan kitleler ve örgütler olarak olaya müdahil olmak zorundayız. Anlamaya, anlamlandırmaya ve yönlendirmeye çalışmak zorundayız. Ama bu süreç sona ermemiştir ve her an farklı opsiyonlar olabilir. Zaten bizde burada bunu deneyeceğiz. Aslında üzerinden olayların 5-10 yıl geçmeden tarihçiler tarafından konuşulmaz. Ama biz tarihçi olmadığımız için olaya müdahil olmak ve bir bakış açısı sunmak zorundayız” dedi. Arap Baharıdediğimiz şeyin üzerinden bir yıl gibi bir süre geçtiğini Tunus’ta başlayıp sonra Mısır, Libya ve Yemen’e sıçradığını ardından Bahreyn’de devam ettiğini hatırlatan Emre, bu sürecin Suriye’de iç savaşa dönüştüğünü, belli yerlerde ise hiç ses çıkmadığını söyledi.
Emre, bu sürecin nasıl okunması gerektiğini açıklamaya geçmeden önce bu süreci hazırlayan koşullar ve sorunlar ile ilgili bilgi vererek birinci sorunun yönetimsel bir sorun olduğunu açıkladı ve şu değerlendirmelerde bulundu; “Ortadoğu coğrafyasında temel dinamikleri dinamitleyecek 5-6 tane gerekçe var. Bu zamana kadar bastırılmış olması ve bu dinamiklerin harekete geçirilmemesi bu sorunların olmadığını göstermez. Ama bunlar bir kitle hareketliliği, toplumsal isyanı adeta harekete geçirilmeye müsait gerekçeler var. Bu gerekçelerin neler olduğuna sosyolojik açıdan baktığımızda; bir kere hâlihazırda bütün Ortadoğu coğrafyasında bir siyasi meşruiyet sorunu var. Bu temel bir sorundur. Bu siyasi meşruiyeti, yönetim, yönetim biçimleri, yönetimin içerikleri hem de yöneticilerin meşruiyetlerini aldıkları kaynaklar açısından alabiliriz. Yani iktidara geliş şartları, seçilme, seçilmeme gibi konulardan tutunda bunun yasama yetkilerine kadar toplumun değer yargılarıyla olan ilişkileri bakımından burada ciddi bir siyasi meşruiyet sorunu var. Temel sorunlardan biri bu. Bu siyasi meşruiyet sorunu yok eden görmezden gelen hiçbir toplumsal veya siyasal olayı izah edemeyiz. Şöyle baktığımızda şekil itibariyle Ortadoğu’da babadan oğla geçen bir takım krallıklar ve hanedanlıklar yönetimi var. Yahut askeri veya siyasi bir azınlık grubunun elinde ki dikta yönetimleri var. Suriye’de olduğu gibi bir siyasi ideoloji artık hanedanlaşmış yönetim altında siyasetin işgal ettiği bir yapı var. Kaddafi gibi pek çoğu askeri diktatörlükle yönetim erkini elinde tutan dikta yönetimleri var. bunlar ülkenin elit kesimlerini oluşturan batıya açık, batı modernite anlayışını kendilerine göre geliştiren ve yorumlayan halka rağmen bir jakoben ideolojilerini yansıtmaya çalışan ve ülkelerin kaynaklarını tek başına yöneten yeri geldiğinde de bunu sömüren yönetimlerde bol miktarda örnekleri var. Veya Körfez ülkelerinde olduğu gibi şeyhlikler ve krallıklar yönetimi var.”
Ortadoğu halklarının İkinci büyük sorun alanlarının özgürlük sorunları olduğuna değinen Emre; “Bu özgürlüğü çok geniş manada kullanabiliriz. Toplumun kendisini ifade etmesi ve yaşaması anlamında siyasal sistemlerle hareket alanları kısıtlanmıştır. Bu ciddi bir çatışma alanıdır. Bu özgürlük sorunu Arap ülkelerinde ciddi bir şekilde sorun teşkil etmektedir. Bu mesele tek başına toplumları alt üst etmeye yetmektedir. Basın hayatından dini hayata şu veya bu oranda kısıtlandıklarını görüyoruz.”
Servet paylaşılmadan bu kavga bitmez
Diğer bir sorunun ise yoksulluk sorunu olduğunu aktaran Emre, burada yoksulluk ile yoksunluğun karıştırılmaması gerektiğine vurgu yaparak, burada açlık ve sefalet durumuna gelmiş bir ekonomik hayat varlığından bahsetti. Burada önemli olan şeyin gelir dağılımında adaletsizlik olduğunun altını çizen Emre; “İnsanların hayattan beklentileri ile yöneticilerin yaşadıkları hayat arasında ülkenin gelir dağılımı karşısında çok ciddi sosyal bir dengesizlik var. Buda yoksunluk duygusunu son derece tahrik edici bir şeydir. Marksist terminolojisinin yaptığı gibi sadece fakir olmak inanların gelirlerinin yeterli olmaması gibi şeyler tek başına tahrik edici ve harekete geçirici nedenler değildir. Esas tetikleyici nokta yoksunluk duygusudur. Bu bölgenin hemen hepsi dünyanın en büyük yer altı kaynaklarına sahip olmalarına rağmen, yer üstünde yaşayanların bu zenginliklere rağmen bir sefalet ve yoksulluk seviyesinde yaşıyor olmaları… Gelirleri kıt olan ülkeler böyle bir durumda hallerine şükredebilir. Ama üzerinde gezdikleri servetin farkında olan, bunun da gelirlerinin çok dar bir siyasal çevre tarafından elde edilip ve sadece onlara arasında dolaşıma sokulan bir metaya dönüşülmesinin bilincinde olunması zaten olayı iyice tahrik ettirdi. Ama asıl önemli olan bundan sonraki Arap devrimi dediğimiz sürecide ve onun kaderini de belirleyecek olan anahtar konulardan biri de bu servetin sahibinin kim olacağı sorunu olmuştur. Bir Libyalı, Cezayirli veya bir Bahreynlinin bu yer altı zenginliklerin sahibi gerçekten orası mı olacak yoksa karteller mi olacak. Bu konu çözülmeden bu kapışmanın sonucu belli olmayacak. Somut bir örnek verilecek olursak Libya’da ki liberal müdahale yapıldıktan sonra henüz sonuca bile varmadan Fransa, İtalya hemen sıraya girdiler. Ardından hemen petrol anlaşmalarını yenilediler. Nasıl bir anlaşma yapıldığının ayrıntılarını da kimse bilmiyor” dedi.
İsrail’in varlığı dikta yönetimlerini meşrulaştırıyordu
Diğer önemli sorununda İsrail ile olan ilişkiler olduğunu açıklayana Emre, uluslarası güçlerin İsrail üzerinden kurduğu bir denge politikasının olduğuna dikkatleri çekerek şu bilgileri aktardı; “İsrail’i güvenlik gerekçesiyle batının ayrıcalıklı bir üssü haline getirilmesi ve İsrail korkusu etrafında da bölgede ki ülkelerin batıya bağımlı hale getirilmesi, hem istikrarsızlıktı hem de mevcut dengenin gerekçesi bizatihi İsrail’in varlığı yani İsrail faktörünün çekildiği taktirde o kurgu bozulacak demektir.İsrail’in varlığı Arap halkları açısından bir onur savaşıdır. İsrail, Ortadoğu’nun kalbinde bir hançer gibi kurulmuştur. Hepsinden önemlisi Kudüs işgal edilmiş, girilen bütün savaşlarda birleşik Arap ordularının hepsi İsrail karşısında yenilmiştir. Bunun karşısında sürekli İsrail’den dayak yiyen, onurları çiğnenen, aşağılanmış ulusal bir kitle var. Bu kitle sürekli savaş halinde olup, hiçbir savaşı kazanamayan, varlığını da bu tehditten sağlayan kitle yönetimleri var. Yani Hüsnü Mübarek’in son savunmalarından biri şuydu: ‘Ben İsrail’e karşı savaşmış bir askerim.’ Bu Araplar için birçok şeyi açıklayan bir ifadedir. Küfre, Yahudi’ye ve Siyonizm’e karşı namusunu koruyan kurumsal bir yapıyı ifade ediyor. Bu imaj üzerinde eğer biz gidersek İsrail memleketimizi alt üst eder. Tehdit algısını canlı tutan bir unsur. Fakat tuhaftır ki milyonlarca dolar silah alımına ve yüz binlerce asker beslemesine ve orantısız bir güç dengesine rağmen bu orduların hiç biri İsrail orduları karşısında hiçbir başarı elde etmemişlerdir. 1948’den beri bir karış Müslüman toprağı da İsrail’in elinden kurtarabilmiş değillerdir. Ama bu Demeokleos’un kılıcı gibi İsrail’in varlığı bu ülkelerin başında yönetimleri halk nezdinde birçok dikta yönetimini meşrulaştıran bir söyleme dönüşüyor. Diğer taraftansa bu dikta yönetimlerini soğuk savaş sonrası da batı ittifakına karşı eğer biz gidersek dinciler ve irtica gelir ve İsrail’i yerle bir ederek İslamcı gruplar iktidara gelir. Dolayısıyla İsrail’in varlığı bizatihi tehlikeye girer söylemi, iç ve dış politikada böylesi tuhaf bir dengede kesişmiş bulunuyordu. Bu denge tümü ile bozulmuş değil. Ama bu dengenin ileride nasıl kurulacağı Arap Baharı dediğimiz hikâyenin sonucunu büyük oranda belirleyecektir. Dolayısıyla İsrail faktörü yok sayılamaz. Daha da özele gidersek Kudüs’ün İşgal edilme meselesi yok sayılarak Arap Baharı dediğimiz sürecin nereye evrileceğine dair şuanda hiçbir şey söylenemez. Şuanda en önemlisi yeni yönetimlerin bu süreçle ilgili alacakları tavırdır.”
Devrim olgusu bilerek abartıldı
En az İsrail kadar önemli bir diğer sorunun İslami hareketler sorunu olduğuna değinen ve İslami hareketler sorunun bu ülkelerde herhangi bir muhalif grubun meselesi olmadığını belirten Emre; “İslami hareketlerin varlıklarının en önemli nedenlerinden biride İslami hareketlerin siyasi iktidar erk ile olan ilişkileri, siyaseti ele geçirme ve geçirmeme, toplumda söz sahibi olma olmama ile ilgili alınacak kararla ilgilidir. İslamcı hareketler değişik varsiyonları ile bu ülkelerin özgürlük, siyasal meşruiyet, baskı ve dikta rejimlerini meşrulaştıran sorunlarını bir iç tehdit algısı olarak sürekli diri tutuluyordu. Bunun karşısında bu toplumsal taleplerini yerine getiremedikleri için yer altına çekildiler. Bunun sonucunda da şiddet doğdu. İslami hareketlerin Arap Baharı’nın doğuşunda ki rolleri hem de bundan sonraki iktidar paylaşımında yeni yönetimlerin dizaynında ne kadar pay sahibi ve etkili olacakları veya ülkeyi değiştirecekleri aynı zamanda kendilerini de ne kadar dönüştürecekleri bu yapacağımız analizin ana fikrini oluşturuyor” dedi.
Ortadoğu’da yaşanan sürecin nasıl okunması gerektiğini dinleyicilere “Bu hareketlerin ortaya çıkardığı toplumsal bir hareketin devrime dönüşme süreci midir? Yoksa bunlardan parça parça izler taşıyan yer yer lokal rahatsızlıkların klişeleştiği bazı değişim talepleri midir?” sorularını yönelterek bunun Klasik anlamda devrim tanımına uymadığını söyleyerek; “Mesela ben Tunus’ta ki ayaklanmaları çok yakından takip ettim. Adeta burada devrim olgusu ve imgesi oluşturmak için abartılarak bunun bir domino etkisiyle oluşturulmaya yönelik bir medya propagandası yapıldığını söyleyebiliriz” dedi.
Türkiye bu süreci daha önce yaşadı
Yaşanan sürecin topluma aksettirilme şeklini hikâyeye benzeten Emre, bu süreçten çıkardığı okumaları şöyle aktardı; “Örgütsüz, lidersiz, genç, liberal, batıya açık, dünyayı tanımış, ülkesinin baskıcı yönetiminden sıkılmış özgürlük arayışı içerisinde ki gençler, sosyal medya da ve sivil toplum kuruluşlarında bir araya geldiler ve örgütlendiler. Hüsnü Mübarek, Binali ve Kaddafi’yi devirdiler. İnanmamızı istedikleri hikâye bu. Hareketin ideolojik temellerine baktığımızda da bunu doğrulayacak izlerde yok değil. Ama bu kadar büyük alt üst oluşların gayet naif bir biçimde Twiter ve Facebook üzerinden örgütlenerek böyle bir girişimin ortaya çıkması mümkün değil. Bunlar sadece kullanıldı. Fakat toplumsal dinamikler daha derindi. Ve tetikleyici birkaç hareketten sonra kitleselleşmesi gayet kolay oldu. Ama eğer provokasyon arayacaksak provokasyonda ki ana soru şu mesele Binali daha önce 1980 ve 1990 yıllarında Tunus’ta ekmek devriminde diğer ekonomik nedenli patlamalarda kitlesel hareketleri daha lokal olmasına rağmen daha şiddetli görülmeyen hareketlerde gerek yüzlerce ve binlerce insanı kurşunlamayı göze aldı. Peki, Binali yönetimi bu kadar soft görüntülü ve apolatif söylemler ve hareketler karşısında biranda neden geri çekildi. Eğer provokasyon aranacaksa temel soru bu. Bu soruyu sormadığınızda birçok gerçekliği göz ardı etmiş olursunuz. Hüsnü Mübarek bir önceki seçimleri %90 oyla kazanan, rakiplerini bile ses çıkarmaya korktuğu, en ufak kitlesel eylemde bile zindanlara atan ve kurşunlara dizen bir yönetime ne oldu da 3 hafta sonra biranda nasıl çekiliveriyor. Bu dengeler içerisinde yeni dönemin oluştuğu işaretini çok çabuk anlayan derin devlet dediğimiz o akıl bu işareti aldığı için bu ülkeleri saf dışı bıraktı.” Emre, yaptığı bu okumaların ardından Türkiye’nin örnek olarak verilebileceğini belirterek; “Çünkü bu ülkeler Türkiye’nin 50 yıl önce yaşadığını yaşıyor. Örneğin 1945 sonrası soğuk savaşı dönemi başladığında yani 2. Dünya Savaşı bittiğinde kimse Türkiye’ye sormadan batı bloğuna dâhil etil (Yafta’da ki meşhur pazarlıkta). Kimse Türkiye’ye doğu veya batı bloğunda mı olmak istiyorsunuz diye sormadı. Dolayısıyla Türkiye Batı bloğuna dâhil edildi ve bir süre sonra NATO’ya alınacağı kesindi.Buraya dâhil olmanın bazı standartları vardı. İnönü zeki bir adam ve politikacı olduğu için işareti aldı ve pat diye vites değiştirdi. Demokrasi aşığı olduğundan değil şartlar bunu gerektirdiği için çok partili döneme geçiş yaptı. Bir takım sandık oyunlarıyla ilk seçimi kazandı ama ikincisinde iktidarı teslim etti. Aynı şekilde Hüsnü Mübarek ve Binali işareti aldı ve gerekeni yaptılar. Esad sistem dışı olduğundan direniyor. O başka bir pazarlık konusu…” dedi.
Bu sürecin “Batının istekleri dışında burada hiçbir şey gerçekleşemez. Yaprak kımıldasa arkasında Siyonist ve Amerika var” gibi anlamlara gelmediğin ifade eden Emre; “Sadece yönlendirmeler yapılmak isteniyor. Bunu doğru okursak. Niyetleri bozma iradenizi daha iyi kullanırız” dedi.
Bu rapor Türkiye’ye çok uyuyor
2002 yılında ‘Rand Corparation’ın bir rapor hazırladığını ve bu raporu hazırlayanların Pentagon ve ABD Dışişlerine yakın kişilerin hazırladığı bir rapor olduğunu belirten Emre, bu raporu şöyle özetledi; “Biz İslam dünyasında kimlerle işbirliği yapabiliriz. Diye bir soru var. Soruyu da 5 madde halinde tespit ve yorum var. Birincisi İslam dünyasında radikal İslamcılar var. Bunlar batı karşıtı her türlü batı değerlerine karşı batı ile işbirliğine yanaşmayan gruplardır. Zinhar bunlarla işbirliği yapılamaz.İkincisi İslam dünyasında batıcı, seküler kesimler var. Bunlar batı yanlısı ama toplumsal karşılığı olmadığından bunlara yönelikte bir siyaset üretmeyiz. Bu iki grupla bir anlaşma yapamayız diye net ifadeler var.Üçüncüsü de geleneksel cemaatler, bunlar batı ile zıtlaşırlar yer yerde uyumlu haldedirler. Bunlarla konjektürel ilişkiler kurulabilir. Yani yönlendirme yapabileceğimiz durumda kullanabiliriz. Ama temelde bir takım değerleri var. Dördüncüsü moderniteyi dışlamayan İslami gruplar ve İslamcı hareketler. Bunlar modernite ile barışık hareketlerdir. Batıya açık, ideolojik olarakta zıt bakmayan ama İslami kökenleri olan hareketler. Bunların hem toplumsal talepleri var. Hem de batı ile barışık olduklarından bunlarla her türlü ilişkiye girilebilir. Beşincisi ise batıya açık, batı değerlerini benimsemeye müsait hatta hayat tarzları ile batıya öykünen genç popülasyon var. Bunları popüler kültür katında batı değerlerin benimsetilmesi ve yaygınlaştırılması konusunda muhafazakâr, batı ile barışık, modern İslamcılar ile işbirliği yaparken tavanda da bu yeni nesli cesaretlendirmek ve bunların arasında popüler kültürü yaygınlaşması konusunda önemli yatırımlar yapmak zorundayız diye bir rapor vardı. Yüzde yüz bu raporun uygulandığı anlamında söylemiyorum. Ama gerçekliğimiz ile de çok tekabül eden bir rapor. Ben bunu şimdi söylemiyorum. Çünkü 10 yıl önce bunu yazmıştım. Bu Türkiye’ye çok uyuyor diye. Bu raporun hala geçerli olduğunu düşünüyorum.”
Bilincimizi diri tutmak zorundayız
Her şeyden kuşku duymamızın doğru bir tavır olduğunu belirten Emre, ama heyecanı önleyen, ya bu ülkenin, bölgenin ve Müslümanların kaderi sürekli oyuna gelmek ve başkalarının oyunlarıyla şekillenmek mi gibi bir düşünceye de girmenin yanlış olduğunu aktardı. Emre, İslami camia da bu sürecin çok büyütüldüğünü ve buna fren basmak zorunda olduğumuzu ifade ederek; “Hiç kimse Hüsnü Mübarek’i Binali’yi savunamaz ama önümüzde ki tuzaklar nedir? Onları okumalıyız. Yoksa yeni bir Ortadoğu mu kuruluyor? Yeni bir dönem mi açılıyor. Yoksa küresel sistemin var olan çıkarlarını yeni kılık ve taleplerine uygun şekilde formüle mi ediliyor. Onu çözmeye çalışıyoruz. En büyük tehlikenin de bu olduğunu düşünüyorum. Onun içinde bilincimizi de biraz diri tutmak zorundayız. Eleştirel bakış açımızın da burada devreye girmesi gerekiyor. Bu karamsarlık değil sonuçta emperyalizmin, sömürgecilerin, batılıların bir hesabı var ve rabbimizin de bir hesabı var. Biz kul olarak beşer ölçeğinde okumaya çalışıyoruz. Yapmaya çalıştığımız sadece bu” açıklamasında bulundu.
Ayaklanmaların başladığı ülkelerin üçünün de Afrika ülkesi olduğuna dikkat çeken Emre, bunun rastgele oluştuğunu düşünmediğini söyledi. Bu söylemin ardından küresel çıkarların Afrika üzerinde belireceğini ve şuanda kaynakları tüketilmemiş ve el atılmamış bölgelerden birinin Afrika bölgesi olduğunu aktardan Emre, burada Amerika ve Çin arasında Afrika’da hesaplaşma olacağını belirtti. “Dikkat edecek olursanız Afrika’da nerede petrol bulunsa orada iç savaş çıkmaya başlıyordu. Bundan 10-15 yıl öncesine gidelim Darfur’da petrol bulundu hemen iç savaş çıkarıldı ve Sudan bölündü. Çünkü Beşir yönetimi batı ambargosuna karşı Çin ile işbirliği yapıyordu. Bu çok belirleyici bir şey…” ifadelerine yer veren Emre, Ortadoğu’nun İslam dünyasının sahip olduğu jeostratejik konumla beraber jeoekonmik kaynakların kontrolünün gerçekten kimin eline verilip verilmeyeceği çok hayati bir konu olduğunu açıkladı.
Müslümanlar, Kapitalizmin müşterisi mi? alternatifi mi?
Emre, şuanda Amerika hamburgeri 3,5 dolara yiyorsa ve bu 4 dolara yükseliyorsa alarm zillerinin çaldığını ve 3,5 dolardan yiyebileceğini mümkün kılacak enerji ve sömürge kaynaklarına ihtiyacı duyacağını kaydederek konuşmasına şöyle devam etti: “Karikatürize gibi görünüyor ama hayati şeyler bunlar… Dünya haritasında bizim yerimizi bilmeyen insanlar bizim adımıza kararlar veriyor. Zaten baktığımızda isyan başlayan ülkelerde diktatörlüklerin biyolojik ömrü zaten tükenmişti. Tıpkı Türkiye’de Ortodoks Kemalizm’in biyolojik ömrü nasıl tükenmişse, içeriğini tamamen değiştirmeden, biçimsel bir takım yenilenmelerle bu kitlelerin daha kolektif işbirliğine gidilebilecek tek bir yönetim şekline gidilebileceği bir yönetim şekline gidebilmesi gerekiyor. Yani bütün gücüne rağmen ABD soğuk savaş döneminde olduğu gibi bu bölgeleri Washinton’un medya üzerinden yaptığı açıklamayla yönetecek bir durumda değil.”
Bu süreçte mahalli ve lokal liderlikleri olanların ABD Dışişleri Bakanlığı’nda bir eğitim sürecinde geçirildiğini ve hemen hemen her ülkede bu eğitim verildiğini kaydeden Emre; “Bu ABD tarzı bir kontrol mekanizması. Kontrolü ellerinde tutmak ve bu süreci yönlendirmek için İslami hareketlerin önüne iki seçenek konuldu. Bunların birincisi yarım bir iktidar karşılığında batı ile anlaşmaya zorlamak. Mursi üzerinden oynanan oyun sürekli rehin alınmış ideolojik bir harekete dönüştü” dedi.
Bu süreçte İslami hareketlerin önünde iki seçeneğin olduğunu söyleyen Emre bu seçenekleri şöyle sıraladı; “Bu iktidar rüşveti karşısında batı ile hem uzlaşarak hem de ideolojik temellerinden vazgeçerek bir iktidar sürecine girmelerini bir fırsat bilerek toplumu uzun vadede dönüştürebileceği… Ya da bu süreci daha radikal yöntemlerle kendi taleplerini dile getirip, ayakta kalmaya çalışacak. Tabi buradan bizim konuşmamız kolay ama içeride bunu nasıl yöneteceklerini güçlerinin ne durumda olabileceklerini bilmiyoruz.”
Bu hareketlerle sadece Arap Baharı değil, Türkiye ve İran’ın da dâhil olduğu İslam dünyasının da şuanda küresel sisteme karşı, sahip olduğu değerler açısından kafa tutabilecek yegâne değerlere sahip olacağını belirten Emre; “Bugünden sonra önemli olan şudur; Müslümanlar Küresel Kapitalizmin müşterisi mi olacak, yoksa alternatifi mi?” dedi.
lgili YazlarVideo
Editr emreakif on January 5, 2013