Bir aydın takıntısı olarak AB
Son günlerde memleket ahvalinin ne kadar vahim olduğunu göstermek için en garantili gerekçe olarak, Avrupa Birliği ilişkilerinin seyrinden bahsetmek yeterli. Politik gündeme dalmadan entelektüel, aydın tavrını takınanların muhalif ve siyaset üstü söylemleri AB üyeliğinden temelli tartışmadan geçiyor epeydir.
Gerçekten de Türkiye’nin AB macerası son yıllarda iyice heyecanını yitirmiş, adeta başlayıp zoraki sürdürülen bir geçiş sürecinde görüntüsü veriyor. Bu durum doğru bir tespit gibi duruyor.
Yalnız hikayenin bu denli zoraki evliliğe dönüşmesinin nedeni tek taraflı mı? Halbuki AB süreci başladığında “Katolik nikahı” benzetmesi yapılarak siyasi niyet beyanı hayli itibar görmüştü.
Tam da bu noktada sorulması gereken iki soru var: İlk soru; basitçe bu hikaye gerçekten başlamış mı idi? İkinci soru ise madem başladığımız noktaya döndük; Türkiye AB’ye girmek zorunda mı, girmeli mi?
Liberalinden muhafazakârına, solcusundan batıcısına kadar geniş bir siyasal yelpazede AB üyeliğine dair müthiş bir destek ve beklenti oluşturuldu. Siyasal iktidarın geldiği sosyolojik kökene rağmen geniş kesimden destek geldi. Muhafazakârların toplumsal desteği ile AB karşılığında iktidar erkinin elde edeceği kazanımlar birleşince “bir medeniyet projesi” olarak AB süreci hızla başlatıldı. Türkiye’nin talepkar tavrına rağmen daha işin başında AB tarafının tam üyelik vaadini muğlak, belirsizlik içeren bir sürece yayması niyetini belli etmekteydi. Ne var ki, bizdeki AB taraftarlarının buna yükledikleri anlam, Batılılaşma ve nihayet medeniyet projesi fikri tüm bu belirsizliklerin görmezden gelmeye yetti.
Sürekli vurguladığımız gibi, AB’nin hiçbir zaman Türkiye’yi içine almaya niyeti yoktu. Ancak Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin kendi başına bırakılması gibi bir lüksü de yoktu. Yani Türkiye AB’ye alınamayacak kadar büyük, tümüyle dışlanamayacak kadar da stratejik öneme sahipti. Batı’ya icbar edildiği tarihsel süreçte ne kadar mesafe alırsa alsın Türkiye, derin AB gözünde farklı bir medeniyetin, kültürün temsilcisi idi.
Buna rağmen başlatılan tam üyelik süreci iki tarafın da birbirine karşı samimi davranmadığı, resmi söylemin dışında karşılıklı güvensizliğin olduğu ama yine de sorun yokmuş gibi davrandıkları ve bu “mış gibi” durumun karşılıklı olarak farkında oldukları tuhaf bir ilişki biçimi bugüne kadar devam etti ve henüz gerçek niyetlerini iki taraf da açıklamış değil. Türkiye’deki siyasal elit ve devlet AB’ye tam üyeliğin gerçekleşeceğine inanmadan süreci sürüklüyor, AB aklı da son aşamada içine almayacağı bir ülkeye beklentilerini dikte etmeye çalışıyor.
Yani iki taraf da bu işin resmi talep ve düzenlemelerden ibaret olmadığını, daha derin meselelerin belirleyici olduğunu ilan etmese de farkında olarak süreci sürüklemekle meşguller.
Asıl soru ise Türkiye gerçekten AB’ye girmeli mi sorusudur. Ve bu soru İslami duyarlılığı olan kesimlerde ve muhafazakâr sağ kesimde yeterince tartışılmadan siyasal konjonktüre kurban edildi. Avrupa Birliği’nin bir medeniyet projesi olduğu doğru bir tespitti. Burada sorulması gereken bu medeniyetin bizim medeniyetimiz olup olmadığıdır.
Batı medeniyetinin geldiği aşamada değerlerinin ve bunların formüle edilmiş hali olan Kopenhag kriterlerinin Müslüman bir toplumun medeniyet kriterleri olup olmadığı sorusu yeniden konuşulmalı. Bu soru siyasal bir tartışma konusu olmanın çok üstünde medeniyet, kültür, tarih, din, kimlik gibi varoluşsal başlıklardan bağımsız ele alınamaz.
Batı uygarlığının değerler sistemi ile Müslüman toplumun değerler sisteminin hangi alanlarda çatışacağı, modern uygarlığın Müslümanca yaşama ve düşünme biçimlerini nasıl kuşatma altına alabileceği sorgulanmadan AB’ye girip girmeme konusunu konuşamayız.
Asıl vurgulanması gereken konu olarak, iki farklı medeniyetin birbiriyle ilişkisi, hatta Batı uygarlığının “öteki”yi kendi içinde asimile etmesi anlamına gelen bir konu siyasilere, bürokratlara bırakılamayacak kadar hayatidir. Siyasilerin kendi gündemleri ve söylemleri ne olursa olsun bu husus entelektüel düzeyde ele alınması gerekir. Değerler sistemini İslam’ın belirlediği bir toplumun seküler değerlerin ve farklı bir tarihsel hafızanın, geçmişin belirlediği kriterlere uyarlanması, temelde dini de ilgilendiren bir konudur.
Batı’ya icbar edilmiş bir toplumun tümüyle farklı bir değerler sistemine adapte edilmesi, dahil edilmesi sonuçta tüm iddialarından vaz geçip eritilmesi anlamına gelecektir. Kaldı ki, AB’nin stratejik ve kültürel olarak bu çapta Müslüman bir toplumu hazmetme, kabul etme hatta asimile etme kapasitesinden mahrum olduğu görülmektedir.
Toplum düzeyinde bizi var kılan değerler sisteminden vazgeçilmesi intihar anlamına gelir. Batıcıların böyle bir derdi hiç bir zaman olmadı. Ancak onların elitler düzeyindeki Batılılaşma çabaları önemli mesafeler kat etse de bu toplumun kimliğini hala koruyor olması AB aklının dikkate aldığı en önemli unsurdur.
AB hikayesi gerçekte hiç başlamamıştı; gelinen nokta bunun artık gizlenemez hale gelmesidir. Sorun, zaten kabul edilmeyeceğimiz AB’nin yerine kendi değerler sistemimizi inşa edip etmeyeceğimizdir.
Aksi durumda AB kapısında bekleme, arafta olma hali ilanihaye devam edemez.
Editr emreakif on March 19, 2015