Bir devri teslim etmek
Türkiye’de iç siyaset dengelerini aÅŸan türde, hiç yaÅŸanmamış bir altüst oluÅŸ haline tanık oluyoruz. Bu tanıklık bir kenardan seyretme lüksünü bahÅŸetmiyor hiç kimseye. Ancak yaÅŸanan politik görünümlü mücadelenin mahiyeti travmatik sonuçlar doÄŸurmaya gebe.
Bu hengamede dikkatlerden kaçan, ilk bakışta sıradan bir devir teslim töreni izlenimi veren bir olay yaÅŸandı. 2013’ün sonuna gelindiÄŸinde Ä°slam Ä°ÅŸbirliÄŸi TeÅŸkilatı (Ä°Ä°T) Genel Sekreteri Ekmeleddin Ä°hsanoÄŸlu 2005 yılında teslim aldığı görevini Suudi Arabistanlı Ä°yad Medeni’ye devretti. Eski adıyla Ä°slam Konferansı olarak bilinen teÅŸkilatın genel sekreterliÄŸine Ä°hsanoÄŸlu’nun getirildiÄŸi dönemle devrettiÄŸi bugünü kıyasladığımızda Türkiye’de, bölgede çok ÅŸeyin deÄŸiÅŸtiÄŸini fark ederiz.
Bu deÄŸiÅŸikliklerin en önemli boyutu Türkiye’yi ilgilendiriyor. Daha doÄŸrusu hem Türkiye’ye dönük dünyadaki algıda, imajda, güç tasavvurunda; hem de kendini algılayış biçiminde önemli bir farklılık oluÅŸtu. Hatırlanacak olursa Türkiye daha önceli dönemde de teÅŸkilatın genel sekreterliÄŸini almak için giriÅŸimlerde bulunmuÅŸ, fakat alamamıştı. Ak Parti iktidarının ilk döneminde, Ä°slam dünyasında ve Batı’daki imajı etkileyen, farklı alanlarda diplomatik olarak baÅŸarı hanesine yazılan adımlar atılmıştı. Bunlardan biri de Ä°Ä°T genel sekreterliÄŸinin Türkiye’den bir isme verilmesiydi. Ãœye sayısına bakıldığında BM’den sonra en kalabalık uluslararası örgüt olan teÅŸkilatın iÅŸlevi bir yana, Türkiye açısından dönemin diplomatik baÅŸarı öykülerinden biriydi kuÅŸkusuz.
Ak Parti iktidarının ilk dönemine bu gözle bakıldığında bir dizi uluslararası, sembolik deÄŸeri yüksek baÅŸarıların, ödülle/ndirmele/rin yaÅŸandığı gözden kaçmaz. Eurovision’dan, güzellik yarışmalarına peÅŸ peÅŸe gelen ödüller bir bakıma Türkiye’nin önünün açıldığı fikrini destekleyen göstergeler olarak okunabilirdi. İçeride saÄŸladığı istikrarın ve sisteme çekidüzen verilmesinin, var olan potansiyeli harekete geçireceÄŸi muhakkaktı. Uluslararası sistem de bu durumu, özellikle OrtadoÄŸu’nun ve Ä°slam aleminin durumu göz önüne alındığında, Türkiye’nin öne çıkmasında kolaylaÅŸtırıcı unsur olarak deÄŸerlendirdi. Zira aynı zamanda Türkiye küresel ekonomiye adaptasyonu da gerçekleÅŸtirmiÅŸti.
Bundan sonra yapılması gereken, hem iç dinamikler hem de dış unsurlar rasyonel biçimde değerlendirilerek yeni bir dış politika üretilmesi, yıllardır içine hapsedilmiş ülke insanının potansiyelinin diplomatik, ekonomik ve kültürel anlamda yakın coğrafyasına ve dünyaya açılmasıydı. Nitelim bu anlamda önemli adımlar atıldı.
Batı’nın, özellikle Amerika’nın bu aÅŸamada bölge politikaları açısından yeni Türkiye imajının güçlendirilmesinde yarar gördüğü de sır deÄŸil. Türkiye’nin önünün açılması ve bir rol-model olarak Ä°slam dünyasına sunulmak istenmesi ile Türkiye’nin iç politikada istikrarı saÄŸlayarak var olan potansiyelini harekete geçirme iradesinin eÅŸ zamanlı olarak kesiÅŸtiÄŸi bir dönemdir.
Bu iki faktörün, yani iç potansiyelin harekete geçirilmesiyle dışarıda önünün açılmasının ortaya çıkardığı Türkiye algısını en çok Türklerin yanlış okuduğunu düşünüyorum. Tarihsel ve jeo-stratejik potansiyeli ile elindeki imkanlar arasında gerçekçi olmaktan çok, romantik bir duygu ilişkisi kurmak, yöneticiler dahil millet olarak pek çok kimsenin gururunu okşadı.
Türkiye’nin sahip olduÄŸu potansiyel üzerinde zihin eksersizi yapmakla reel imkanları göz ardı etmek farklı ÅŸeyler. Özellikle ‘Arap baharı’ sürecinde Türkiye imajının hangi amaçlarla parlatılmak istendiÄŸi çok açık biçimde ortaya çıkmıştı: NATO üyesi, demokratik olduÄŸu kadar seküler sisteme sahip, aynı zamanda Müslüman kimliÄŸi ile Batı ve Batılı deÄŸerlerle barışık bir model…
Bu imaja dayalı olarak Türkiye’nin kendi imkânlarını, kapasitesini aÅŸan bir beklentiye girmesi ve buna paralel bir retorik peÅŸinde koÅŸar görünmesiyle ciddi krizler çıktığında ‘test edilmek’ gibi riskli bir alana kayacaktır. Hatta bu çerçevede Türkiye’ye sınırlarını ihtar etmek için bazı kriz alanlarına müdahil olmada cesaretlendirildiÄŸi bile söylenebilir. Bunun en tipik örneklerinden biri Suriye krizidir. Türkiye’ye bölgeyi tek başına dizayn edemeyeceÄŸinin gösterilmesi, hem de neo-Ä°ttihatçı heyecanla olaya müdahil olma heveslisi kalemlerin iddialarına karşın acı bir fatura çıkarılmasıyla sonuçlanacaktır. Bugün Suriye politikaları konusunda hükümeti acımasızca eleÅŸtiren muhafazakar çevreler dahil (mesela Cemaat’e yakın kalemlerden o dönemde Türk ordusunun Suriye’ye girmesini savunanlar bile vardı) pek çok çevre algı ile gerçeklik iliÅŸkisini kaybetmiÅŸ bir haldeydi.
Tüm bunlardan geriye dönüp baktığımızda, yine tekrarlayalım, olanca potansiyeline raÄŸmen hem Türkiye, hem bölge hala çok naif dengeler üzerinde duruyor. Bölge kaostan öte, sekter bölünmeye, çatışmaya doÄŸru giderken, Ä°Ä°T genel sekreterliÄŸinin Suud’a geçmesi ne kadar güçlü bir gösterge ise Mısır darbesinin ardında Suud faktörünün olması da bir o kadar gerçek.
Bölgenin derin bölünmüşlüğü ile Türkiye’nin içinde ortaya çıkan fay hatlarının da küresel etkilerden bağımsız olduÄŸunu kim söyleyebilir? Kissenger’in 11 Eylül sonrasında sözünü hatırlatmakta yarar var: ‘Sanılanın aksine bundan böyle savaÅŸ Batı ile Ä°slam arasında deÄŸil, Ä°slam ile Ä°slam arasında olacaktır.’
Bu oyunu bozmanın tek yolu; adı ve amacı ne olursa olsun kurulmakta olan yeni küresel ve yerel ittifaklar adına cepheler inşa etmek yerine Müslümanlık anlayışlarımızı yeniden gözden geçirmekten başka bir şey değil.
Ýlgili YazýlarSiyaset
Editör emreakif on January 4, 2014