Bir kral öldü diyeler

Ölen Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz 90 yaşındaydı. Yerine geçen Kral Salman ise daha genç; 80 yaşında. Babasına darbe yaparak tahta geçen Katar Emiri ise bunların torunu yaşında. Katar Emirinin babası da babasına darbe yaparak tahta oturmuştu. Petrol şeyhlikleri arasındaki ortalama tahtta kalma yılı ve yaş ortalaması bakımından bir karşılaştırma yapmak ilginç sonuçlar verebilir.

Suudi krallarının bu kadar yaşlı olması ve hiyerarşinin yaş konusunda bozulmamasında gelenek, aşiret içi dengeler, siyasal faktörle ve tabii uluslararası bağlantılar etkili.

Neredeyse asırlık ömür süren Suudi kralı doğduğunda Osmanlı henüz yıkılmış, Suudi aşireti etkin olduğu Arabistan’ın doğusundan batıya yönelip hâkimiyetini artırmıştı. Suud aşireti Mekke’yi henüz ele geçirmiş Medine düşmemişti. Oysa Rakipleri Şerif Hüseyin gizliden gizliye Osmanlı’ya karşı başkaldıracağı anı kollayarak, İngilizlerin desteği ile büyük devlet hayali içinde bir maceraya atılmıştı. Aynı anda hem Suudi aşireti hem de Şerif ailesiyle farklı kanallardan iş tutuyordu İngilizler ve başta birini Osmanlı’ya karşı, diğerini hem Osmanlı’ya hem de Osmanlı’ya başkaldıran Şerif Hüseyin’e karşı kullanacaktı.

Henüz isyan aşamasına gelmeyen hoşnutsuzluğu İngilizlerin cesaretlendirmesi ve büyük Arap devletinin başına geçme hayali çoğunluk Bedevi Araplardan oluşan bir başkaldırıya dönüşmüştü. Osmanlı’nın kaybetme ihtimalinin de bu ayaklanmayı cesaretlendirdiği kesin. Ancak İngiliz tarih yazımının köle bir halkın Osmanlı despotizmine karşı bir özgürlük mücadelesi olarak sunduğu bu ayaklanmanın belli başlı hiç bir büyük Arap şehrinde ortaya çıkmamış olması nedense hep atlanır. 1917’de General Edmund Allenby komutasındaki İngiliz askerleri Şam’ı ele geçirdiklerinde özellikle Şerif Hüseyin’in muzaffer komutan edasında gireceği seremoni tertiplenecektir.  Şerif Hüseyin’in devletinin başkenti hayaliyle Şam’a gitmesiyle sadece büyük Arap devleti değil, hilafet hayali de kurulmaya başlanacaktır.  İşgal altındaki Şam’da Emeviye Camii hutbesinde hilafetin neden Araplara ait olması gerektiği, Osmanlı hilafetinin “adaletten ayrıldığı ve halka zulmettiği” için meşruiyetinin kalmadığı yönünde vaazların kayıtları İngiliz dışişlerine sürekli rapor edilmekteydi. Bu gizli belgeler İngiliz arşivlerinde duruyor. Paradoksal olarak, hilafetin Türkiye’de kaldırılacağı tarihe kadar Güneydoğu Asya’da, Endonezya’da Osmanlı ajanlarının halifeye yardım için para toplarken yakalandıkları Londra’ya rapor ediliyordu.

Ölen kralın doğumundan az önce gerçekleşen bu olaylardan sonra Suudi-İngiliz siyaseti Arapları da parçalayacak Osmanlı’dan koparılan toprakların Şerif Hüseyin’e bırakılamayacak kadar önemli olduğu geç fark edilecektir. Şerif Hüseyin’e vaatler verilirken aynı anda Siyonistlere Filistin’de devlet sözü veriliyor, işgal edilecek Osmanlı-Arap coğrafyasının Fransa ve İngiltere arasında taksim pazarlıkları yapılıyordu.

Sonuçta Şerif Hüseyin’e ne büyük Arap imparatorluğu ne de hilafet verilecekti. İşgal edilmiş topraklar parçalanarak oğullarına birer krallık olarak dağıtıldı. Hicaz, yani İslam aleminin kutsal beldeleri ise en marjinal akımlardan birine  teslim edilecekti. Suudi’nin Mekke ve Medine’yi ele geçirmesi İslam dünyasında tam bir panik havası estirmiş, şimdi IŞİD’in yaptığı türden türbeleri yıkan, her türlü dini sembole savaş açan Vahhabi anlayışının egemenliği altında Hz. Peygamber’in  kabrinin tehlikede olduğu endişesi hızla yayılmıştı. Suudi Arabistan, Ravza-i Mutahhara’ya dokunmayacağı sözünü verse de diğer kabirler dümdüz edilecektir.

Teolojik anlaşmazlık da olsa sonuçta geleneksel bir yapı hakim oldu. Ta ki İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika ile yapılan petrol anlaşmasına kadar… Soğuk Savaş dengesinin en kritik görüşmelerinden biri Kahire’de gerçekleşecek ve petrol akışının garanti edilmesi karşılığında Suudi ailesinin ve ülkesinin hakimiyeti garanti altına alınacaktır. Arap baharı denilen hikayenin neden belli bölgelerin dışına çıkmadığı, baharın neden hemen fabrika ayarlarına döndüğü, Suudilerin neden alışılmamış biçimde hızlı hareket ederek Mısır gibi büyük bir ülkenin içişlerini belirleyecek darbeye çanak tuttuğu bu hikayeden bağımsız değil.

Fakir Bedevi çadırından petro-dolarların sağladığı lüks hayat tarzına uzanan bu hikayede, ölen kral, ne olursa olsun bu süreci yaşayan, bilen bir nesilden geliyordu. Yerine geçen kral da, çadırdan baş döndürücü zenginliğe, unutulmuş bir aşiret devletinden dünya stratejik gelişmelerini belirleyecek bir kozu elinde tutan devlet aşamasına gelmenin süreçlerini bizzat yaşadı. Sadece Ortadoğu’nun değil, dünyadaki petrol dengesinin kodlarının inşa edildiği süreci bizzat yaşayan bir nesilden geliyor.

Bu zamana kadar bu dengeyi bozacak muhalif hiç bir kral çıkmadı. 70’lerdeki petrol ambargosunda insiyatif kullanmaya kalkan Kral Faysal ise ibretlik bir suikastla hayatını kaybetti. Bilinen hikayedir; petrol ambargosu döneminde Krala ders vermek için gelen Kissinger’i bir çadırda ağırlayan Faysal’ın “petrol kuyularını bombalayabilirsiniz. Bizim için kaybedecek çok şey yok. Bu kıl çadırdan geldik, yine burada yaşayabiliriz. Ama sizin kaybedecek çok şeyiniz var” dediği anlatılır.

Faysal’ın ibretlik ölümünün, başta Suudi ailesi olmak üzere diğer petrol şeyhliklerine de, yeterli mesajı verdiğinde şüphe yok. Kişisel servet karşılığında dünya petrol dengesini zorlayacak, bağımsız insiyatif geliştirmeye yönelik hiç bir oyunbozanlık yapmadılar. Ayrıca petrol gelirlerini yatırdıkları Batılı bankalardaki devasa rezervleri istedikleri gibi kullanmalarının mümkün olmadığını da zaman gösterdi.

Suudi Arabistan’ın nüfusu, yüzölçümü ve ekonomik kapasitesi karşısında, Arap dünyasındaki ağırlığı, Mısır gibi lider konumundaki bir ülkenin iç siyasetini belirleme gücü göz önüne alındığında, dünya sistemindeki yeri daha iyi anlaşılır.

Suudi Arabistan yönetiminin sosyal ve siyasal alandaki sıkı uygulamalarını bundan sonra daha ne kadar sürdürebileceği şüpheli. Eski kuşak kralların, bırakın halkın katılımını, yerlerini Katar benzeri küçük ölçekli emirliklerde olduğu gibi genç nesillere bırakma riskini kendiliğinden aşması zor. Artan sosyo-ekonomik dengesizlik, eski tüketim alışkanlıklarının sürdürülemez hale gelmesi, içteki muhalefetin daha ne kadar sessiz kalacağı gibi konular dünya sistemiyle yapılan anlaşmalardan bağımsız değil.

Tüm bunların gizleyemediği soru şu: Dünyanın en büyük yeraltı zenginliğine sahip coğrafyada bu adaletsiz gelir dağılımı sürdürülebilir mi? Bu servetin gerçek sahibi bölgenin insanları mı yoksa yabancılar mı?

lgili YazlarDünya, Düşünce, Siyaset

Editr emreakif on January 24, 2015

Yorumunuz

İsminiz(gerekli)

Email Adresiniz(gerekli)

Kişisel Blogunuz

Comments

Dier Yazlar