Bu toprağın keşfi

Toplumların hafızası var. Toprağın, coÄŸrafyanın da bir hafızası var. Toplumun ve toprağın hafızası birleÅŸtiÄŸinde ‘biz’ denilen ortak hafıza, varoluÅŸ ortaya çıkıyor.

Günlük ritüeller, köşe başında kendinden eser kalmayan bir mekan ismi, yapı, taÅŸ, türbe, tepe, olay vs. olabilir. Yahut ne din anlayışımıza ne modern hayata yakıştıramadığımız, anlamı zaten buharlaÅŸmış, çoÄŸu metaforik anlam dizgesinden habersiz kaldığımız ritüeller… Yok olmaya yüz tutsa da hayatın akışı içinde dönüşen, hatta modernleÅŸen ÅŸehirli ritüellerle daha barışık haldeyiz. Ve de sevimli hale gelen bidatler zümresinden sayabiliyoruz. Fazlasıyla profanlaÅŸan hayata küçük bir metafizik pencere açtığını düşünerek katlanabilirsiniz, hatta olanca rasyonalist duruÅŸunuza karşın sempatik bile gelebilir mahalledeki yaÅŸlı kadının çaput baÄŸlaması.

Kültürel antropolojinin konusu olmaya aday tükenmekte olan bu ritüeller, semboller kırsala açıldıkça daha çarpıcı bir mahiyet kazanır. Dikili bir taşın, yıkık, metruk bir harabenin öyküsü sizi sarsabilir, ürpertebilir. Tarihle dolayımsız, mitolojik bir baÄŸ kurarsınız. Modern zaman imkanlarıyla yanına yaklaÅŸamadığınız, iletiÅŸim kurmanız büyük çabalar gerektiren, menkıbemsi bir ürpertiye dönüşen bir gizem sizi sarar; bu toprağın, bu halkın muhayyilesindeki zaman-mekan algısı ile ‘metafizik ürperti’ tüm benliÄŸinizi sarsabilir.

Ne kadarının efsane, ne kadarının yaÅŸanmış tarih, ne kadarının doÄŸrudan dini tecrübeye tekabül ettiÄŸinin hiç önemi yoktur o an. O an bu toprakların mihenk taÅŸlarından biriyle temasa geçtiÄŸinizi hissedersiniz. Bu toprağın insanı bu duyguyu hissederek, hissettiklerini anlatarak ve katarak bugüne getirmiÅŸtir çünkü… Çünkü bu hissediÅŸ, bu toprakları bu millete vatan kılmıştır.

Hafıza ile coğrafya ve toplum ilişkisinin ortak hafıza potasında kimliğimizi, bu topraklarla olan bağımızı ne denli belirlediğini daha çok yurtdışına çıktığımızda fark ederiz. Varlığından bile haberdar olmadığımız izlerin, menkıbelerin, hakikat payını hiçbir zaman ölçemeyeceğimiz, ölçmeye de gerek duymadığımız, tarihi olayların, öykülerin, hatta efsanelerin bir kimlik olarak kişiliğimizde taşıdığımızı; hem başkalarının kimliğinin işaret taşlarıyla karşılaştığımızda hem de kendimizdeki yokluğunu fark ettiğimizde, yaban/cı ellere çıktığımızda anlarız.

Geçen yıl Torosların Çukurova’ya baktığı bir zirvede, uç noktada, bu hafıza anlatısının uç örneÄŸi ile karşılaÅŸtığımda bu düşünce adeta sükun etti. Dedebeli denilen mevkide, iç Anadolu ile Çukurova’yı birbirinden ayıran zirvede, her iki tarafın aynı anda görülebildiÄŸi sırtta bir yatır… Aslında bilinen anlamda bir mezar, türbe… yahut mezar taşı yok. Mezar olduÄŸu intibaını veren bir taÅŸ yığını. Bir maÄŸaranın hemen giriÅŸi ve giriÅŸte de bir kaynak suyu… Dedebeli denilen mekan. Hikayesi daha da tuhaf; söylentiye göre Peygamber Efendimiz buraya gelmiÅŸ ve ziyaret etmiÅŸ! Yöre halkının, bunun kaynaklarda olmadığı, olamayacağı itirazı yapanlara kestirmeden verdikleri cevap: Miraca çıkıyorsa buraya neden gelmesin! Dini açıdan hiçbir kıymeti olmayan bu açıklama aslında toplumun toprağı kutsayarak kendine ait kılma yöntemini göstermektedir. Kutsadığı ölçüde, kutsallık kazandığı ölçüde kendine ait hissediyor. Bu tür menkıbeler genelde Hz. Ali’ye atfedilir. Buradaki çok uç örnek de olsa, doÄŸruluk derecesini tartışmaktan çok halkın muhayyilesinin nasıl çalıştığı, toprağı ile ne türden bir ünsiyet kurduÄŸuna dair bir örnek.

Kaz DaÄŸlarının eteklerinde bir köyde modern bir müze görmüştüm. Köy ortamında her anlamıyla iyi toparlanmış bir müze ÅŸaşırtmıştı. Müze müdürü modern ve aydın bir öğretmen edasıyla köyün tarihi, hafızası sayılması gereken efsanelerini anlatıyor… Halkın velilere, kerametlere dayandırarak anlattıklarını Yunan mitolojisiyle irtibatlandırıyor; buranın Antik Yunan geçmiÅŸini öne çıkaran, referansını oradan alan bir mitoloji sunuyor; çevredekiler de baymış gözlerle anlatılanlarla geleneÄŸin hafızalarına kaydettikleri arasındali çeliÅŸkiyi anlamlandırmaya çalışıyordu. Ä°ki türlü anlatım vardı: Biri gelenekle, inançla anlam kazanan, bu toprakların sahipliÄŸine dair Müslüman muhayyilesi kaynaklı, diÄŸeri pagan Yunan…

Faruk Nafiz’in ÅŸiirini yazdığı ‘han duvarları’nın yanından kıvrıla kıvrıla yükselerek Ä°ncesu’ya, Göreme’ye, Peri Bacaları’na tepeden bakan, Erciyes’le yarışan bir zirvede kimsesiz taÅŸ bir mescit ve türbeyi keÅŸif heyecan vericiydi. TaÅŸ yapısı sayesinde her haliyle bakımlı görünen bu küçük külliyenin ıssız daÄŸ başında ne iÅŸi olabilirdi? Ãœstelik Selçuklu ÅŸehrine damgasını vuran Hunat Hatun vakfiyesine kayıtlı, ÅŸehir dışındaki tekke vakfiye özelliÄŸine sahip… Ve türbe-mescitten ve zaviyeden oluÅŸan külliyenin etrafı mezarlık, daha doÄŸrusu ÅŸehitlik… Yüzlerce yılın aşındırmasına direnmiÅŸ her biri iÅŸaret mesabesindeki mezar taÅŸları… Selçuklu gazi beylerinden biri neden gelip buraya yerleÅŸmiÅŸ, daÄŸ başında inzivaya çekilmiÅŸti? Gazi bir erenin ÅŸehri, toplumu terk ediÅŸi mi yoksa bir ermiÅŸ gazinin gaza hattı mıydı?

Turasan’ın tam karşısında, en az otuz-kırk km uzaklıkta ovanın diÄŸer ucunda, virane haline gelmiÅŸ köyden tırmana tırmana çıktığımız o zirve… Adeta tüm insanlıktan, ÅŸehirden, hayattan, tabiattan uzaklaÅŸtığım duygusunu veren tek ve tenha bir zirve. Åžemunel Gazi türbesi… Nefes kesen bir topografya, sis perdesinin ardına gizlenen peÅŸ peÅŸe dizilmiÅŸ daÄŸlar, uçsuz-bucaksızlık hissi veren bozkıra maveradan bir bakış noktası gibi…

Åžemunel Gazi türbesinden tam karşıya bakıldığında ovanın en dip köşesinde, Akdeniz’i iç Anadolu’ya baÄŸlayan geçitteki tepeleri tutan Zengibar kalesini sisler arasında ancak seçebiliyorsunuz.

Daha elli yıl öncesine kadar suyu bile olmayan bu tepedeki kalede yaÅŸayan köylülerin babalarının o tepede neden durduklarını açıklayacak bir tarih bilgisi elbette yok. Ancak o tepeyi, civarını adeta kutsayan, yaÅŸadıkları mekanları anlamlandıran öyküler, basit bir anlatı dizgesi midir? Belli ki o tepede bin yıl önce geldikleri gibi kalabilen, hafif çekik gözlü, elmacık kemikleri çıkık Türkmen tiplerinin geçmiÅŸ zamanın tarihi belgesi olduÄŸundan bile haberdar deÄŸiller. Yine Anadolu’nun yoÄŸurduÄŸu, Anadolu’yu müslümanlaÅŸtırırken müslümanlaÅŸan bir tarihi devrimin yaÅŸayan tanıkları olduklarından da haberdar deÄŸiller. Çünkü bu inkılabı öylesine ruhlarına sindirmiÅŸler ki toprak gibi tevazuuyu pak alınlarındaki ışıltıyla taşıyorlar.

Åžemunel Gazi’yi peygamberler tarihinden bir sayfaya yerleÅŸtiren anlatı yahut Turasan’ın attığı taşın düştüğü yere yaptırdığı zaviye hikayesi gibi ne kadar farklı versiyonları olursa olsun bu anlatılar; bu zirvelerde gözcülük yapan, gaza eden, Haçlılara karşı amansız mücadele veren gaza ehlinin bu toprağın ve bu toplumun hafızasında iÅŸaret taÅŸları olduklarını gösteriyor.

Bu coğrafyanın müslümanlaşması, vatan edinilmesinin yazılı olmayan tarihi halkın muhayyilesinde kutsanmış bir rivayete dönüşen bu zirvelerin tek ve tenha sahiplerinin izlerinde saklı.

Ýlgili YazýlarDüşünce, Kültür

Editör emreakif on August 24, 2013

Yorumunuz

Ä°sminiz(gerekli)

Email Adresiniz(gerekli)

KiÅŸisel Blogunuz

Comments

Diðer Yazýlar