Geleneksel sanat mümkün mü?
Sanat ve hayat arasında ilişki hep tartışılmıştır. Geleneksel toplumlarda kozmik dengenin bir tezahürü olarak sanat ile hayat arasında bir şekilde ilişkinin var olduğu kabul edilir ve bu anlayışla sürdürülürdü. Modern insanın kendini varlığın merkezine oturtması, geleneksel varoluş hiyerarşisinin, kosmosun tepetaklak olması sanat alanında da kendini gösterecekti.
Türkiye’de son on beş yıldır geleneksel sanatlara belli ölçüde ilgi ve teşvik var. Hatırlıyorum 90’ı yılların başında geleneksel sanatları önceleyen bir “sanat galerisi” girişimimiz olmuştu. O vakitler hat, ebru gibi alanlarda eserlerini sergileyecek sanatçı sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi.. Hele bunların bir galeride, sanat çevrelerine hitapeden bağımsız sergi açma imkanı bulmaları olağanüstü bir gelişme sayılmıştı. Hayatını geleneksel İslam sanatlarına adamış bir avuç çilekeş sanatçının fedakarlığı ile bazı geleneksel sanatlar hayatiyetini sürdürmeye çalışıyordu.
Bugünlerde hemen her kültür merkezinde geleneksel sanatlarla ilgili kurslar açılıyor. Genç nesiller arasında hem ilgi eskiye göre daha fazla hem de bu sanatları öğreneceği imkanlar daha çok. Bir yönüyle sevindirici bir durum.
Daha önceleri, Müslüman sanatçıların ürünleri ve de sanat anlayışları daha çok şiir, öykü biraz da musiki ile sınırlıydı dersek abartı yapmış sayılmayız. Plastik sanatlarda hemen hemen hiç eser veren yok gibydi. Günümüzde ise tezhipten ebruya, hattan klasik müziğe değin çeşitli geleneksel sanat alanlarında gözle görülür bir hareketlilik var.
Ancak bunca zaman içinde gelinen nokta, sanatın bizatihi doğasında olan “yaratıcılık” ve bunun yansımalarını görmek mümkün değil. Belki bu sürenin bir sanat anlayışının kendi imkanlarını keşfetmesi, yeni açılımlar sağlaması bakımından kısa bir zaman aralığı olduğu söylenebilir. Ancak asıl sorun geleneksel sanatlarda yoğunlaşan ustalar da dahil olmak üzere sanatçıların, var olan imkanlardan yararlanıp gelenekten beslenerek yeni bir açılım gerçekleştirme arayışının yok denecek kadar belirsiz olması. Bunca süre eskinin tekrarı, devralınan mirasın yeniden üretimi anlamında çok da başarılı ürünlerin verildiği söylenebilir. Ama 18. yüzyıl Osmanlı minyatürünü aynen taklit etmekle, ebrunun biliinen tarzlarını aynen kağıda dökmekle yeni bir sanat eseri, ortaya koymak çok farklı. Bunca süre ortaya çıkan sonuç, eskiyi yeniden keşfetmek ve genelde geçmişin aynen tekrar anlamında geleneksel sanatçılık yapıldı.
Bu açmazın iki önemli nedeni olsa gerek: Biri geleneksel sanatların hayat tarzı ve tasavvuru ile bütüncül evren anlayışı ile Müslüman inancından beslenerek bir algıyı yansıtıyor olması. Bu durum modern hatta postmodern dönemde yaşayan bir sanatçı için eskiyi tekrarlamaktan başka seçenek bırakmıyor. Bu da eski verimlerin aynen belki de başarılı biçimde kopyası ile sınırlı bir sanat anlayışına götürüyor. Oysa sanatçı yaşadığı dönemin tanığıdır, kendi dünya görüşünün, varoluş tasavvurunun yansıması yani hayatın yani çağının ruhunu aksettirir. İkinci olarak da geleneksel sanat başta olmak üzere genel anlamda sanattan ne anlaşılması gerektiği daha doğrusu İslam sanatlarının, estetiğinin felsefesine dair yeterince kafa yormadan önüne konan geçmiş zaman eserlerinin reprödüksiyonuna yoğunlaşılması.
Tradisyonel ekolün “kutsal sanat” dediği geleneksel islam sanatlarının vahyi kaynakları, güzellk anlayışı, insan, evren tasavvuru gibi temel sorunsalları felsefi anlamda halletmeden yapılacak girişimler sadece iyi birer kopya olabilir. Rahmetli Turgut Cansever’in, sanat tarihinin tüm branşlarda temel ders olarak okutulması önerisi müthiş bir tespittir.
Bu arada İslami ve muhafazakar kesimlerde sanatın edebiyat verimleri ile sınırlı olduğu dönemlerden plastik alanda da eserler vermeye yoğunlaşılması bir eksikliğin telafisi olarak yorumlanabilir. Bu aşamada İslam sanatının en kuşatıcı ve temel dallarından birinin yani mimarinin neredeyse akla hiç getirilmemiş olması tam da bu söylediklerimize tekabül ediyor. Mimari gibi İslam sanatlarını kuşatan, tüm geleneksel unsurlarıyla beraber yaşayan hayatın içinde bir sanat alanında, bırakalım eser vermeyi tartışma gereği bile duyulmaması çelişki değil. Tam da içinde bulunduğumuz fikri, estetik, siyasi ve de ahlaki durumu yansıtıyor.. Üstelik ebru, tezhiple sınırlandırılmış bir geleneksel sanat anlayışına zıt mimaride en fazla yozlaşmanın yaşandığı dönemlerdeyiz. İslam mimarisinin ruhunu modern zamanlara yeniden üfleyecek arayışları gerçekleştirebilmek için geleneği, yaslandığı değerler sistemini iyi bilmeli ki onun üzerine yeni, özgün ve özgür açılımlar yapılabilsin. Bu temel ile tüm sanatlar için geçerli.
Şehirleşmenin yani yaşadığımız hayatın bu kadar yozlaştığı bir dönemde özgün bir İslam mimarisi geliştirilebilir mi? İslam mimarisi denilince sadece cami mimarisinin anlaşıldığı hayattan koparılmış bir mimari anlayışının genel kabul gördüğü ortamda özgün eser verebilmek ne mümkün. Önce şehirlerimizle, yaşadığımız hayatla yüzleşebilelim ki mimari eserler ortaya çıkabilsin.
Editr emreakif on October 13, 2016