Hindukuşlarda parıldayan Alplerdeki son bakış
Zaman ve mekan ilişkisi, insanın konumlanışı idrak sınırlarımızı sarsıyor.
Eşyanın insan karşısında edilgenliği bir yana, bazen ruhumuzun derinliklerinde bıraktığı iz sanki ona farklı bir boyut katıyor. Zaman ve mekanla kuşatılan benliğimiz, fanilik sınırını yine bunlarla aşıyor, zaaflarıyla aşkınlığın sınırında gidip geliyor…
MART 2010 – PARÄ°S
Paris Kitap Fuarı, frankofon ülkeler koleksiyonu gibi… Fransız kültürüne, kendi dışındaki dünyaya kapalı görünümüyle kibre varan elitizminin kokusu sinmiÅŸ gibi… Kuzey Afrika’dan, kara Afrika’dan gelen ülkelerin kültürel zenginliÄŸinden, özgünlüklerinden çok Fransızca’nın ve kültürel kolonyalizmin izlerini taşıyor. Fransızlar kolonileÅŸtirdikleri halkların yerli kültürlerine saygı göstererek kabul etmek yerine, dillerine, kültürlerine yabancılaÅŸtıkları oranda onlara yer açıyor adeta. Yüzyıllık bir sömürge yönetimi pek çok ülkenin resmi dilini, aydınların zihinlerini de deÄŸiÅŸtirmiÅŸ. Çocuk kitapları bile Fransızca. Ä°ngilizce’nin daha farklı yöntemlerle gerçekleÅŸtirdiÄŸi, daha geniÅŸ ölçekli dönüşümle rekabet hali fuarda hemen göze çarpıyor.
ENDÃœLÃœS
Paris Kitap Fuarı’ndan sonra Sevilla, Kurtuba ve Gırnata’ya uçmak modern öncesi Avrupa’nın farklı olanı yok ediÅŸ tecrübesine tanıklık etmekti. Endülüs sadece bir medeniyetin acı ve zorla imha edilmesinin deÄŸil, aynı zamanda modern Avrupa’nın ötekileÅŸtirici, farklılıklarla bir arada yaÅŸama tecrübesini reddediÅŸ tarihinin kodlarını çözmekti.
Endülüs’ün modern Avrupa uygarlığının temellerini attığını, Batı’nın bugünkü ‘ilerleme’sini Endülüs üzerinden Ä°slam medeniyetine borçlu olduÄŸunu varsayan yenilmiÅŸ zihinlerin soyunduÄŸu suç ortaklığı iddiasına ibretle bakmak gerekiyor. Bir yanda hâlâ ayakta kalabilen mimaride yoÄŸunlaÅŸmış mirasın izlerine bakarak hüzün duyarken, diÄŸer tarafta bunu yok eden bir anlayışın hiç de istisnai olmadığını, modern uygarlığın farklı olanı yok eden, ötekileÅŸtiren bir proje üzerinde yükseldiÄŸini neden görmek istemezler…
Paris Kitap Fuarı’ndaki kültürel sömürgecilikle Endülüs’teki yıkım aynı uygarlığın farklı boyutlarından, farklı zaman ve mekanda süreklilik gösteren kodların yeniden üretilmesinden baÅŸka nedir?
VÄ°YANA
Avrupa’nın güneybatısından ortasına, Gırnata’dan Viyana’ya geçtiÄŸimde çok daha farklı bir iklim ve ortam beni bekliyordu. Gerek ÅŸaÅŸaalı saraylarıyla, gerekse klasik imparatorluk baÅŸkentinin bugüne kadar deÄŸiÅŸmeden gelen aristokrat ağırbaÅŸlılığının ışıltılarıyla Viyana…
Viyana’dan uzaklarda Alplerde bir daÄŸ evindeyiz. Daha doÄŸrusu daÄŸ kampı için tasarlandığı belli olan geniÅŸ bir yapı…
Anadolu’nun dört bir tarafından gelmiÅŸ ailelerin buralarda doÄŸup büyüyen çocukları… Hepsi üniversite düzeyinde ya da sonrasında okumayı, düşünmeyi, bir bilinci diri tutmayı önceleyen gençler…
Sanki ne Paris Kitap Fuarı’nın tekdüze frankofon havasından, ne Endülüs’ün hüzün veren geçmiÅŸinden, ne Alman kültür hegemonyasının ezici tutumundan etkilenmiÅŸ görünüyorlar.
Bahaddin’i Avrupa’da ilk kez görüyordum. Sigara kokan öğrenci evlerinden konferans salonlarına, vatan kurtarılan çayhane köşelerinden yayınevlerinin görece steril entelektüel ortamlarına ve yardım organizasyonlarına kadar çok farklı mekanlarda yıllardır tanıdığım Bahaddin…
Her gittiÄŸi yerde mutlaka birilerini bir araya getiren, dert dinleyecek birilerini bulup başına iÅŸ açarcasına yardıma koÅŸan Bahaddin, yeni yerleÅŸtiÄŸi Avrupa’da da boÅŸ durmayacaktı. Zaten Türkiye’den de ilgilendiÄŸi gençler vardı. Onlarca yıldır tanıdığım Bahaddin tanışacak, buluÅŸturacak o kadar çok öbek, insan, ortam bulmuÅŸtu ki; kabına sığmaz olmuÅŸ, bilmediÄŸi dillerde dostlarından öbekler oluÅŸturmuÅŸtu dünyanın dört tarafından. Ä°ÅŸte o öbeklerden biriyle sohbet etmeye çağırmıştı beni.
Baharın tam kendini göstermediÄŸi tenha daÄŸ sırtında fırsat buldukça uzun uzun yürümüş, biriken kelimeleri tüketmiÅŸtik. Yürüyüş onun için hayat tarzıydı zaten. Ãœniversitede öğrencilik yıllarında Erzurum’dan Kayseri’ye kadar hicret koÅŸusu yapan çılgın genç adam sanki hiç deÄŸiÅŸmemiÅŸti. Sakin sessiz akan içli bir ırmak gibi Alplerden aÅŸağıya akıyor, bense ona eÅŸlik ediyordum. Bazen koruluklara dalıyor, bazen henüz erimemiÅŸ karlarda iz bırakıyorduk. BuÄŸulu sesinin ona kattığı gizemli havanın yanı sıra hep elem ve ıstırabından da izler taşıyordu.
Bir ara şöyle bir durup baktım. Yılların çilesi omzundaydı ve gözleri ise hâlâ taze gümrah nehirler gibiydi. Aniden ‘öylece kal’ dedim. Ä°tiraz etmedi, biraz mahcup edasıyla uzaklara bakarken deklanşöre bastım. Ondan bende kalan son karenin bu olacağını bilemezdim.
MAYIS 2010
Viyana’dan Ä°stanbul’a dönmüş, bir müddet sonra yine yollara düşmüştüm. Bazen hiçbir yere kıpırdamadığım halde sanki bir iÅŸaret fiÅŸeÄŸi atılmış gibi sürekli hareket halinde oluyorum. Öyle bir dönem iÅŸte. YoÄŸun bir programdan sonra Ä°stanbul’a henüz dönmüştüm ki bu kez HindukuÅŸ daÄŸlarından ses geldi. Adeta bir dağın bir daÄŸa çarpmasının sarsıntısını ruhumda hissetmiÅŸtim.
Bahaddin yaşadığı gibi göçtü. Çelişkisiz, benlik duygusundan bir iz bırakmayarak…
Her ayrılık, her göçün hüznü, elemi kalpleri sarsar. Bahaddin’i yazıyor olmanın böyle bir boyutu var elbette. Ama ondan da öte, bir maraton koÅŸucusu gibi, bir ömrü feda etmeye deÄŸen deÄŸerleri uÄŸruna biteviye koÅŸması… Benlik duvarlarını aşıp, en uzlaÅŸmaz görünenlerin bile bıkmadan usanmadan aynı vadiye akmalarını saÄŸlayan bir çaba… Samimiyet ve rikkat, kalp yumuÅŸaklığının yanı sıra keskin bir bilinç… Ä°lkelerindeki saÄŸlam duruÅŸunu romantizme varan duygusallıkla yumuÅŸatan nefesi…
Hindukuşlarda bir yıldız parıldarken, Alplerdeki son bakışı bende kaldı yadigar.
Ýlgili YazýlarDüşünce, Kültür
Editör emreakif on May 18, 2013