Muhalif avının jeopolitiği
Bilmem farkında mısınız, Türkiye’de son dönemde peş peşe suikasta kurban giden yabancıların sayısında gözle görülür bir artış var. Hemen hepsinin ortak özelliği Orta Asya ve Kafkas kökenli olmaları, bir tür diktaya dönüşen tek adam yönetimlerine karşı siyasi muhalefet yürütmeleri.
Sovyet sonrası Türk Cumhuriyetlerinde siyasal anlamda en büyük mağduriyeti İslami kimliklerini öne çıkaran muhalefet grupları yaşadı. Birçoğunda bu hareketler kanlı bastırıldı. Bir kısmında ise yasal şartlar altında siyaset yapmak isteyen akımlar takibata uğradı, eski Sovyet usulü provokasyonlarla hareketler terörize edildi. Baskılar o kadar şiddetli idi ki, yeni bağımsız ülkeler koca bir hapishaneye döndü.. .ve istenen oldu; muhalefet şiddete itildi yer yer. “Radikal dini terör”ü bastırmak kadar meşru bir iş olamazdı! Kanlı devlet şiddeti, özgürlük havarisi dünyada kınanmaya bile değer görülmedi.
Ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar sadece siyasi muhalefet liderleriyle sınırlı değil. Toplumsal ve dini alanda etkinliği olan din alimleri, entelektüeller, akademisyenler, gazeteciler soluğu yurt dışında aldılar. Bunların bir kısmı Batı Avrupa’da siyasi sığınma talebinde bulundular. Önemli bir kısmı da Müslümanca yaşama imkanı bulmak için Türkiye’yi seçti. Bu tercihte hem Türkiye’nin konumu hem de dini kültürel kaygılar belirleyici oldu. Tacikistan’dan Özbekistan’a, Afganistan’dan Kafkaslara uzanan tarihi Türkistan coğrafyasından, daha geniş anlamda eski Sovyet yönetiminden çıkan ulus devletlerden ve Rusya’dan akın ettiler.
Listeye rastgele göz attığımızda ilk akla gelenler: Umarali Kuvatov, Tacik, 6 mart 2015; Abdullah Buhari, Özbek muhalif, 10 Aralık 2014; Ali Usayev, Çeçen, 26 Şubat 2009; Zaurbek Amirev, Rüstem Altemirov ve Berg-Khazh Musaev, Çeçen, 2011; Medet Ünlü, Çeçenistan İçkerya fahri konsolosu, 22 mayıs 2013… Ve bu listeye eklenebilecek çok sayıda Çeçen suikastı…
Can korkusuyla ölümle3 hayat arasında yaşamaya çalışan, toplumlarının en dinamik ve yetişmiş insan birikimi, baskılardan kaçıp gelen çok sayıda muhalif ve mağdurların listesi hayli uzun. Suriye’den, Irak’tan, hatta Mısır’dan ve Kuzey Afrika’dan gelip Türkiye’ye sığınan, farklı siyasal eğilimlere sahip muhalifler bu tablonun dışında.
Bu yönüyle bakınca Türkiye’nin bir zamanlar Batı Avrupa’nın çok farklı muhalife kapı açması gibi bir işlev görmeye başladığı söylenebilir. Üstelik bu gelenlerin Türkiye’ye adapte olması kolay olduğu gibi her birinin küçük de olsa kendi taraftarlarından bir halka oluşturdukları söylenebilir. Diğer tarafta bu insanların can güvenliğinin sağlanamaması, özelllikle Çin ve Rusya’nın siyasi baskısıyla bir kısmına kapıların kapanması hatta iade edilmeleri Türkiye için yüz kızartıcı…
İç savaş pahasına kanlı yöntemlerle dağıtılan, yıldırılan muhalif seslerin yurtdışında ve Türkiye’de bile baskıcı rejimleri tarafından adım adım takip edilmeleri sıradanlaştı. Artık kimse bu diktatörlerin yönetimini, ne evrensel olduğu söylenen kriterler açısından ne özgürlük ve insan haysiyeti bakımından sorguluyor.
Ancak pek çoğu hayatta kalma, canlarını kurtarma pahasına sürgünde yaşamaya çalışan aydınların, siyasal liderlerin, alimlerin teker teker katledilmeleri kanıksanmış durumda. Mevcut rejimleri eleştirmekten öte etkinliği olmayan, pek çoğu sembolik düzeydeki bu isim ve oluşumların hayatlarının korunması önemli bir sorumluluk yüklüyor Türkiye’ye de.
Ancak adresi çok açık olarak belli olan bu cinayetlerin arkasındaki siyasi iradeye hiç bir baskının uygulanmaması, adeta onaylarcasına sessiz kalınması her şeyden önce dikta rejimlerini daha da cesaretlendiriyor.
Stratejik kaygılar, ekonomik çıkarlar Sovyet sonrası Türk Cumhuriyetlerinde statükonun olduğu gibi korunması, adeta Sovyet sonrası dönemin dondurulmasıyla sonuçlandı. Ukrayna krizinin temel nedeni, tarafların yaptığı anlaşmaya uymamaları olduğu gibi, bizatihi anlaşmanın sürdürülebilir olmamasıydı.
Benzer durum Türk Cumhuriyetleri için de geçerli. Jeo-stratejik konumları gereği, askeri önemleri, enerji kaynakları nedeniyle ekonomik anlamda vazgeçilmezlikleri şimdilik statükoyu sürdürecek gibi görünüyor. Oysa soğuk savaş sonrası kurulamayan denge arayışı, her türlü adaletsiz yönetimi meşrulaştırmak için gerekçe üretmeye zorladı statükoyu.
Benzer cinayetlerin arkasının kesilmeyeceğinden korkulur. Zira bunu meşrulaştıracak, en azından dünyanın tepkisini engelleyecek iki senaryo sahneye kondu. Biri Batı’daki İslamofobinin yükselişe geçmesi ve buna gerekçe üreten bireysel eylemleri İslam ve Müslümanlıkla ilişkilendiren propaganda. Diğeri jeo-stratejik gerekçelerle üretilen, her tür uluslararası operasyonu haklılaştırmaya yönelik Ortadoğu’da icat edilen şiddet.
Rakip küresel güçler ile bunların gölgesinde kendi iktidarlarını sürdürmeye çalışan bölgesel tiranların yollarının kesiştiği yer burası.. Biri evrensel değerler adına terörle mücadele terörü, diğeri evrensel maddi beklentiler adına göz yumulan devlet terörü… Her ikisi de aslında çıkar savaşının faturasını Müslümanlara ve İslam coğrafyasına kesen bir şebekeden ibaret.
Editr emreakif on March 14, 2015