Müslüman tarihi mi, İslam tarihi mi?
İhsan Süreyya Sırma hoca öfkesi olan bir ilim adamı. Hakikat bilgisiyle düşünmeye, tavır almaya adanmış hayatını hakikat bildiğini savunmaya adayan az bilinir değerlerden birdir. Kendisiyle ilk karşılaşmam, Erzurum Üniversitesinde hocalık yaptığı sıralarda olmuştu. Üniversiteden evine davet ettiği hocaları şu an hatırlamaya çalışıyorum da siyasetten akademiye kimler yoktu ki… Doğru bildiğini söylemekten sakınmayan, tavizsiz tavrıyla hatırladım hep onu ve bu ilk intibamı da hiç yanıltmadı.
Uzun zamandır çalıştığı tarih kitabını beş cilt halinde yayınladı: Müslümanların Tarihi (Beyan yayınları). Ta Hz. Adem’den başlayarak Osmanlı’nın yıkılışına kadar olan süreci kronolojik sırayla rahat anlaşılır bir dille kaleme almış.
Bu eser; bir tarih kitabının kaynakları, özellikleri, tarih anlayışı gibi bir incelemenin dışında bizzat ismiyle üzerinde konuşulmayı hak ediyor.
Zaten İhsan Süreyya hoca da kitabına neden İslam tarihi değil de “Müslümanların Tarihi” başlığını seçtiğini izah etmekle başlıyor. İnsan merkezli bir tarih anlayışıyla tarihe yaklaştığını belirtirken, Müslüman tarihçilerin de Avrupa merkezli tarih anlayışıyla İslam tarihine yaklaştıkları tespitinden yola çıkarak yeni bir tarih anlayışı geliştirmeyi denediğinin altını çiziyor. Bu satırlardan itibaren yazacaklarım İhsan Süreyya Sırma hocanın kitabından bağımsız ama eserine verdiği isimden mülhem olarak İslam tarihi mi Müslüman/ların tarihi mi sorusunun neden önemli olduğuna dair bir tartışmaya giriştir.
Tarih nedir, tarihe nasıl yaklaşmalı, neler tarihin konusu ve kapsam alanı içindedir gibi temel sorulara cevap arayışının geçmişi hayli eskilere gider. İslam’ın ilk döneminden itibaren de tarih Müslümanların ilgi alanında olmuştur. Hem siyasi tarih anlamında hem İslami ilimlerin disiplinize edilmesi, yöntemlerin geliştirilmesi anlamında bir tür bilim tarihi çalışmaları başka hiç bir medeniyetle kıyaslanamayacak titizlik ve metodik biçimde erken dönemde başlamıştır.
İslam tarihi, Müslüman/ların tarihi, Müslüman toplumların tarihi gibi modern zamanlara özgü tartışmalar özellikle Batılı tarihçiler arasında gündeme getirildi. Avrupa ya da Batı merkezli tarih okuması, İslam tarihini bütüncül bir medeniyet tarihi olarak yaklaşmaktan çok yer yüzünde farklı zaman ve mekanlarda etkinlik gösteren Müslümanların tarihine indirger. Bu bakımdan insanlık tarihini düz çizgisel ve progressive (ilerlemeci) bir yükselişle anlamlandıran ve Batı’yı merkeze alan tarihçilik, yakın dönemlere kadar akademik ve entelektüel bakışa hakimdi. Buna göre insanlık ilkel olandan tekamül ederek gelişmiş ve düz çizgisel gelişmişlik Batı medeniyetiyle zirveye ulaşmıştır. Bu nedenle Avrupalılar belli teknolojik, bilimsel ya da siyasi gelişmelerle tarihlendirmeyi, tarihin sonunu ilan etmeyi severler. Uzay çağı, atom çağı, tarihin sonu gibi.
Tüm bu dönemlendirme ve tanımlama çabaları dominant bir uygarlığın kendi dışındaki insanlık birikimine, insanlık tarihine, farklı kültür ve uygarlıklara bakışını, yani kodlama biçimini yansıtır. Dünyaya ve insanlığın merkezine kendi uygarlığını alan dışlayıcı bir uygarlık bilimci İslam tarihini de edilgenleştirir; değerlerden yoksun, tarihin sürüklediği yığın halindeki bir din bağlılarının etkinliklerine indirger.
Benzer tartışma özellikle son dönemde İslam alemi mi, Müslüman dünyası mı üzerinden yürütülmüştü ve güncel olarak da bu ayrım devam ediyor. Yeryüzünde milyarı aşan Müslümanları ortak bir medeniyetin temsilcileri olarak kabul etmek yerine aynı inançtan ama farklı hayat tarzlarına, kültüre mensup yığınlar olarak gören Müslüman dünyası tanımlaması… Oryantalist tarih okumasının Batı’da bile yıprandığı bir dönemde benzer bir ideolojik dilin medya ve akademide diriltilmesinin siyasal projelerden azade olmadığını belirtmeye gerek yok.
İslam alemi bütüncül bir medeniyet perspektifini ima eder. Filipinlerde Moro Müslümanlarından Atlas Okyanusu kıyalarına, şimdilerde Latin Amerika’dan Kuzey Amerika’ya kadar uzanan yeryüzü coğrafyasındaki Müslümanların hayata, dünyaya, eşyaya bakışları, toplumsal ve siyasal alana dair değer yargıları ve bilim, düşünce, entelektüel etkinliklerini belirleyici yegane ortak özellikleri, ait oldukları medeniyetin değer hükümleridir. Bu anlamda hem bireysel ölçüde medeniyet bilinci hem de toplumsal hafıza ve kimlik olarak ortak idrak söz konusu. İslam aleminin içinde bulunduğu siyasi, askeri kriz bu belirleyici vasıflarıyla tezat teşkil ediyor olsa bile yaşanan arızi bir durumdur. Ve tarihte yaşadığı büyük krizleri nasıl atlattıysa bunu da atlatacak idrak, bilinç ve birikim mevcuttur. Zaten bu medeniyet birikimine sahip olmasaydı Müslümanların muhatap oldukları kriz karşısında bu zamana kadar direnmeleri de mümkün olamazdı.
Güncel olanın tarihe ilişkin yansıması olarak, Müslümanların tarih boyunca varlıklarının ve düşünce, sanat, bilim, estetik gibi her alanda tevhidden beslenen bakışlarının yansımaları farklı coğrafyalarda benzer biçimlerde ortaya konamazdı. Elbette İslam tarihi her zaman “İslami tarih” değildir; Müslümanların hayatın her alanında gerçekleştirdikleri etkinliklerdir. Tıpkı medeniyet gibi… Medeniyetin mutlaklaştırılıp dinin yerine ikame edilmesi en büyük yanlış olur. Sonuçta medeniyet Müslümanların dinden, dini ölçülerden, dini düşünceden neşet eden yapıp eylediklerinin bütüncül toplamıdır. Bir medeniyeti mümkün ve canlı kılan da tarihsel tecrübe ve tarihsel süreklilik, referans kaynakları, insan ve coğrafya çerçevesinde mensuplarının aidiyet şuurudur.
İslam tarihini bu anlamda her şeyi Batı merkezli okuyan bir bakış açısının çöktüğü, insanlık tarihi okuması olarak ele almalı. Medeniyet tarihi kadar tarih felsefesini de ilgilendiren bu köklü meseleleri slogana indirgemeden konuşmalı.
Editr emreakif on November 15, 2014