Ortadoğu ve İslam coğrafyası üzerine – Perspektif söyleşi

 

Akif Emre ile Ortadoğu ve İslam Coğrafyası Üzerine, Perspektif Dergisi – MART 2013 • SAYI 219

2010 yılının son günlerinde başlayan ve birçok ülkeyi etkileyen Arap uyanışını (baharını) hakikaten bir uyanış olarak nitelemek mümkün mü? Yoksa bir uyandırılma mı söz konusuydu? Daha açık ifade etmek gerekirse, bu değişim ya da değişim talebi gerçekten Arapların kendilerinden mi kaynaklandı, yoksa buna maruz mu kaldılar?

Her şeyden önce ifade etmeliyim ki, Arap uyanışı, Arap baharı kavramsallaştırması oryantalist bir ima içeriyor, yani burada şöyle bir oryantalist Batılı bakış açısı var: Arap, Doğu, İslam durağandır, hareketsizdir; despot yönetimler altındadır ve bu bizatihi onların kültürlerinden kaynaklanır. Dolayısıyla bu tanımlama şu tespiti peşisıra getiriyor: Araplar uyuyan/uyuşuk yığınlardı ve birdenbire Ortadoğu’da bir direnişe geçtiler. Bu uyanış kurgusu aslında bir yanılsama ve bizatihi olup bitenleri belli kavramsal çerçeveye sıkıştırıp tanımlayarak yönlendirme girişiminin bir parçası. Araplar ilk defa isyan etmiyor, ima edildiği gibi ilk defa uyanmış da değiller…

 

Arap kültüründe var mı bir isyan kültürü, yani isyan etmişler midir sürekli?

Tarihe gitmeye gerek yok, yakın döneme bir gözatalım. 1980’den bu yana Tunus’ta, Cezair’de Arap baharının başladığı hemen hemen tüm ülkelerde büyük ayaklanmalar vardı ve bunlar hep kanla bastırıldı. Hatta siyasal katılım imkanlarının kısıtlanmasına rağmen insanlar temel taleplerini dile getirmenin yollarını aradılar. Bu, zaman zaman şiddet içerse de belli bir dinamizmin var olduğunu gösterir. Eğer bir provakasyon aranacaksa şu sorulmalı; daha önce kitlesel gösterileri kanla bastıran yönetimler neden bu kez kanlı bir yönteme başvurmadılar? Soru budur aslında. Hiçbir toplumsal olay tek başına provokasyonla izah edilemez. Siyasi sonuçları olan hiçbir olay da sebepsiz, kendiliğinden olamaz. Dünyanın en kritik bölgesinde yer alan bu ülkelerde bir toplumsal hareketlenme oluyorsa dünya sistemine şekil veren, ağırlığını koyan güçler de buraya müdahil olacaklar demektir. Diyelim ki bunlar tamamen olağan, kendiliğinden oluşmuş hareketlerdi… Böyle olduğunu varsaysak bile bölge üzerinde hesapları olan güçler gelişmekte olan hareketleri ya yönlendirir ya kontrol etmeye çalışır; eğer işine gelmiyorsa engeller, engelleyemiyorsa kontrol etmeye çalışır, yönlendirir.

 

Onu da yapamıyorsa gelişmelerden fayda devşirmeye çalışır.

Evet, yani başka bir yönteme geçer. Burada potansiyel olarak bölgede devrimci diyebileceğimiz bir kitlesek hareketliliği, ayaklanmayı gerektirecek bütün şartlar vardı: Yoksulluk ve yoksunluk duygusu hakimdi. Bölgede despot yönetimler, ekonomik adaletsizlikler, siyasal anlamda özgürlük sorunları vardı. Dünyanın en büyük yeraltı kaynaklarına sahip olmalarına rağmen fakirlik ve gelir dağılımında adaletsizlikler yaşıyorlardı… Dolayısıyla siyasal ve ekonomik sebepler olduğu gibi onurları çiğnenmişti bu halkların. Yani, ciddi anlamda sefalet içindeydiler ve özgürlük sorunları vardı. Sonuç olarak, patlamaya hazır bir ortam mevcuttu. Fakat bunların kontrol dışı olarak, tamamen kendi doğallığında, belli bir mecraya dönüştüğünü söylemek de mümkün değil. En azından olaylar patlak verdikten sonra bu süreç kontrol altına alındı ve yönlendirildi. Ne yönde yönlendirildi? Bu olaylar, küresel sistemin kontrolünden çıkacak yeni bir siyasal yapılanmanın oluşmasını engelleyecek şekilde yönlendiriliyor, kontrol altına alınmak isteniyor. Hatta Batı kültürüne, dünyaya açık yeni jenerasyon sosyal medya üzerinden örgütlendiler, iletişime geçtiler, isyan ettiler gibi romantik açıklamalar aslında naif kalır. Tüm bu altüst oluşları sosyal medya örgütlenmesine indirgemek gelişmelerin nedenini hafife almak olur. Her şey bundan ibaret değil ama şunu da biliyoruz; bazı sivil toplum örgütleri, birtakım toplumsal liderler, özellikle de gençler üzerinde çok ciddi eğitim çalışmaları yapıldı. Ciddi kaynakların dağıtıldığını; bunun Amerikan fonlarından yapıldığı vs. biliniyor. Gizli saklı şeyler değil bunlar. Diğer taraftan bunlar ne kadar etkili, ne kadarı kendiliğindendir? Bunu zaman gösterecek ama şunu söyleyebilirim: Arap baharı denilen olayda muhatap olan ülkelerin hemen hepsinde bir patlama potansiyeli zaten vardı. Şu anda bu isyanı destekleyen küresel güçler bundan iki yıl öncesine kadar bu tür isyanları acımasızca bastıran liderlere destek olmakta idiler. Yani o despotik yönetimlerin bu talepleri bastırmasına destek veriyorlardı. Şimdi demek ki, yeni bir dünya kuruluyor, yeni bir siyasal sistem kuruluyor, bu sistemin gereklerine uygun bir şekilde yeni siyasal yapılanmalar, dengeler oluşması isteniyor. Bu dengeler içerisinde uyumlu ve uygun hale getirilmeye çalışılıyor bu isyan potansiyeli. Olay budur. Yoksa kimse Tunus’ta bir seyyar satıcının birileri adına yahut birilerinin parasıyla kendisini yaktığını iddia edemez. Toplumsal talepler karşısında yeni aktörlerin devreye girerek süreci kontrol etme çabalarından söz edilebilir ama süreç bitmiş değil.

 

Yani şu anda eskiye nazaran çok daha karışık bir ortam, bir kaos var ve bunun neye evrileceği de bu sorunun cevabını verecek diyorsunuz.

Tabii, netleşmiş değil. Özellikle İslami hareketler açısından bu nereye varacağı sorusunu önemserim. Çünkü bu olaylarla birlikte İslami hareketler de evriliyor. Bu ülkelerin temel dinamikleri önemli ölçüde İslami hareketler üzerine kurulu. Yani İslami hareketleri yok sayarak o ülkelerdeki hiçbir toplumsal, siyasal olayı açıklayamazsınız.

 

Ortadoğu’daki paradigmaların değişimiyle İslami hareketlerin dönüştüğünü de müşahade etmekteyiz. Örneğin 84 yıl önce kurulan İhvan hareketi ideolojiden, idealizmden uzak, daha pragmatist bir siyaset anlayışı sergilemekte (mi?). ‘‘Müslümanlar iktidarı ve ekonomik gücü elde ettikten sonra değerlerinden uzaklaşarak, bir iddiayı savunup ve bir teklif sunmaktan vazgeçtiler.’’ demek mümkün mü?

Bu süreçte öyle bir tehlike görünüyor. Benim durduğum yerden baktığımızda İslami hareketler temel taleplerini ve iddialarını gerçekleştirecek bir iktidar arayışından çok kendilerini iktidara getirecek talepler üretme yönüne meyletme istidadı gösteriyorlar. Yani iktidar olmama pahasına ilkelerini ve iddialarını sürdürme gibi zorlu bir yolu tercih etmek yerine, her ne pahasına olursa olsun iktirdar olalım, ama ondan sonra uygulayabildiğimizi uygulayalım gibi bir pragmatizm sergileniyor. Genel manzara bu. Bu, Binali yönetimi veya Mübarek dönemi daha iyiydi anlamına gelmiyor. Fakat bölgenin bir bakıma istikbali, umudu olma potansiyeli taşıyan İslami hareketlerin, küresel sistemle entegre olarak, küresel sistemin isteklerine uygun siyasetler üreterek ehlileştirilmesi gibi bir tehlike var. Bunu ciddi bir tehlike olarak görüyorum. Yani en azından retorik düzeyde Gannuşi, İhvan Hareketi’nin sözcülerinin yaptıkları açıklamalarına baktığımızda ciddi bir muhafazakarlaşma gözleniyor. Bunu reel politik de zorlamış olabilir. Sorun şurada; despotik rejimler devrilirken statükonun aynen sürdürülmesi mümkün değildi. Ama alternatif bir siyaset, bir dünya öneren İslami hareketlerin iddialarından vaz geçme pahasına sürece dahil olup olmama sorunuyla karşı karşıyayız. Eski, despotik rejim giderken yerine küresel sistemle uyum şartıyla iktidar rüşveti önerilmektedir. Pratikle idealler arasında her zaman bir boşluk olması beklenir. Özellikle siyasetin pratikleri ve zorlamaları karşısında ideal olanın gerçekleştirlemediği bir realite. Ancak daha iktidar olmadan, iktidar rüşvetini kabul etmek baştan kaybetmek demektir. Üstelik güç dengeleri içinde İslami hareketlere yarım iktidarlar verilerek başarısız gösterilmektedirler. Dolayısıyla alternatif olma imkanlarının ellerinden alınma ihtimali hayli fazladır. Çok erken iktidar olurlar ve muhtemelen başarısızlığa mahkum edilirler ve alternatif olma seçenekleri de ellerinden alınmış olur. Böyle bir tehlike ciddi olarak var, ki bu tehlikeyi şundan da görebiliyorsunuz: Model olarak Türkiye’yi almış olmaları bile bizatihi ideolojik olarak ne kadar dehşetli bir savrulmaya doğru yönlendirildiklerini gösteriyor. Yani İslam dünyasında, İslam’ın bir dünya görüşü olarak gündeme getirilmesinin, yaygınlaştırılmasının fikir babalığını yapmış hareketlerin Türkiye’deki siyasi hareketleri örnek almaları gibi tuhaf bir durumla karşı karşıyayız.

 

Gerçekten alıyorlar mı?

Ne kadar alıyorlar bunu zaman gösterecek. Ama en azından retorik olarak öyle bir öykünme söz konusu. Ve ciddi olarak model alma yönünde de bir ilişkileri olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu süreç İslami hareketlerin bence alternatif olma imkanlarını elinden alan bir ucuz pragmatizme savrulma tehlikesine dönüşebilir. Ya başarılı olurlarsa? Zaten tarihte bu tür toplumsal olaylar üzerine de yüzde yüz kesinlikle konuşulamaz. Hele bir toplumsal isyan oluyorsa bunun üzerinden 5-10 yıl geçmeden üzerinde yorum yapmak her zaman yanıltıcı olabilir. Biz şu anda bu tarihe tanıklık eden insanlar olarak bir resim çekmeye çalışıyoruz. Devam eden bir süreç var. Ve süreci etkileyen faktörler üzerinden bir yorum yapmaya çalışıyoruz. Zaten şu anda yaşanan olaylara baktığımızda da, ideolojisiz, lidersiz, ortak siyasal hedefleri olmayan bir toplumsal hareketten bahsediyoruz. Yazılarımda kavramsallaştırdığım gibi bu hareketlerin en belirgin ortak özelliği, “apolitik hareketler” olmaları… Yani tek ortak söylemleri: Mübarek gitsin! Başka hiçbir şey söylemediler.

 

Gidince ne olacağına dair hiçbir öngörüleri yok…

Evet. Bu çok apolitikleştiren bir şeydi ve başka bir örneği de yoktu. Dolayısıyla verilen iktidarda apolitik iddialar üzerinden verilecek bir iktidar olacaktı veya ona zorlanacaklardı; yahut da ayrışma yaşanacaktı. Şu anda çok erken uç veren Mısır’daki olaylar da bu ayrışmanın örneği. Yani İhvan gerçekten iddiasını sürdürerek mi iktidar olacak, yoksa iktidarı ele geçirmek adına pragmatist tutum mu izleyecek. Çok idealize etmeden siyasetin pratiği içinde bir şeyler yapmak isteyebilirler, ki bu da mümkün. O vakit bu hareketleri fazla abartmadan, devrim gibi yaldızlı ifadelerle süslemeden değerlendirmek lazım. Bu ülkelerde tüm halk kesimleri arasında rejimlerle en fazla başı derde giren İslami hareketlerdi. Her dönem adeta dayak yediklerini unutmamak gerekir. Ancak var olan tehlike bu hareketlerin adeta hadım edilmek istenmesi ve liderliğin de Türkiye modeli ile gözünün kamaşmasıdır. Ancak belli bir bedel göze aldığı vakit orada sahici olur. Ama günübirlik bir takım pragmatist hareketlerle, küresel ilişkilerle devrim sonuçları elde etmek -ki bu devrim mi değil mi o da tartışılır- başka bir olay. Devrim demek çok naifleştirir ve içeriğini boşaltan sıradan pragmatist muhafazakar siyasi harekete dönüştürür.

 

Yani küresel kapitalizmle işbirliği yapacaklar mı yapmayacaklar mı bunu göreceğiz…

Bu aslında modern dünyadaki bütün Müslüman toplumların sorunu. Küresel aktörlerle olan ilişki biçimi çok belirleyici olacak. Daha teorik anlamda moderniteyle, sosyo-ekonomik boyutta küresel faktörlerle kurulan ilişki… 20. yüzyılın ilk yarısı İslam dünyası için post-kolonyalizm sonrası ulus devletler çağıydı. Bu, bu coğrafyanın siyasal kültürüne aykırı bir şeydi. Ve bu denge elli yıl korundu. Şimdi ulus devlet çağının sonuna gelindi, daha farklı küresel ilişkiler, sistemler kuruluyor. Küreselleşme, buradaki ulus devletlerin sınırlarını esneterek, saydamlaştırarak ulus devleti ve yönetimlerini dönüştürüyor. İslam toplumları küreselleşmeye karşı hem direnen hem de ona alternatif olan toplumlardır. Böylesine bir iktidar alanı açılarak aslında küreselleşmeyle, kapitalizmle olan temel çelişkisini ortadan kaldıracak sonuçlar doğurmasından korkuyorum.

 

Böyle bir tehlike var yani…

Çünkü dünyada halen modernizme ve dolayısıyla da kapitalizme direnen tek kültür havzası olarak İslam dünyası kaldı. Neden?

 

Direnen?

Evet, hala direnen. Hem hayat tarzı, hem önerdiği ekonomik-siyasal modelleri, hem de önerdiği insan tipiyle kapitalizm ve modernizme muhalif, uzlaşmayan değerler ihtiva ediyor. Yani hala helal ve haramdan bahsediyorsa, israftan bahsedebiliyorsa, bireysel düzeyde bile olsa, her Müslüman kapitalizme kafa tutuyor, alternatif sunuyor demektir. Bu hal potansiyel olarak dehşetli bir meydan okumadır. Hiçbir kültür, ne Rus, ne Çin ne Budizm ne Hinduizm bu anlamda böyle bir meydan okuma içermiyor. Onlarınki ancak mistik motivasyonlar, takviye eden işlevler yüklenebilir ama İslam gücü elinde olmadan bile küresel sisteme karşı sahip çıktığı değerler sistemiyle alternatif oluşturabilir ama bu durum aynı zamanda tehdit de oluşturuyor, meydan okuyor…

 

Selefilerin siyasette daha aktif olmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sünni-İslami hareketlere denge unsuru olabilecekleri fikrine nasıl yaklaşmak gerekir?

Selefilik ayrı bir olay; bir de son anda çıkan bu Selefilik gerçekten çok marjinal bir hareket. Tarih, din yorumlarına bakarak bir alternatif olmaları, bir sistem kurmaları zor görünüyor. İdeolojileri gereği çok reaksiyoner bir hareket. Siyasal anlamda, mesela Mısır’da tamamen Suud desteği ile gelişen hareket görünümündeler. Genel anlamda da baktığımızda o kültür reaksiyoner özelliklere sahip, tepkisel düşünce ve harektlerden kurucu, inşa edici bir medeniyet misyonu beklenemez. Yani imanlarını sorgulamıyorum ama sosyal ve siyasal gerçekliklere dayanarak ne alternatif olabilirler ne de kurucu irade sergileyerek İslam medeniyetine katkı yapacak yeni bir açılım sergilebilirler. Ama doğası gereği çok yıkıcı olabilirler.

 

Avrupa özelinde Selefiler özellikle gündeme getirilip, Müslüman imgesinin belirleyicisi oluyorlar sanki. Ve bir adım ötesinde, Müslüman eşittir terörist algısının toplumun bilinçaltına işlenmesi neticesi doğuyor. Bu durumu nasıl okuyup, nasıl bir tepki vermeli? Gelişmelere karşı nasıl daha uyanık davranmalı Avrupalı Müslümanlar?

Zaman zaman bu tür şeyler kullanılır. Bir zamanlar Avrupa’da terörist İran’dı…

 

Humeynici olmak terörist olmaktı..

Evet, Humeynici imgesi üzerinden korku yaratıldı. Sonra Vahabilik, şimdi Selefilik. Bunlar zaman zaman çıkarılan şeyler ama hepsinde ortak olan, Müslüman eşittir şiddet üreten… Müslüman toplumların Arap, Türk, Laz, Çerkez oldukları için değil hepsi Müslüman oldukları için, kültürlerinden kaynaklanan bir şiddet ve terör barındırdığı tezi var. Yani kültürlerinin doğal sonucu olarak şiddete eğilimlidirler tezinin güncele uyarlanmasıdır. Fakat bu sadece akademik ve entellektüel bir yanılsama değil, siyasal bir proje… Bu siyasal proje yeri geldiğinde Selefileri kullanır, yeri geldiğinde başkalarını kullanır. Eklektiktir, dolayısıyla şu anda bir terör şiddet kıskacına alınmış bir İslam imajının oluşması lazım, onun somutlaştığı tipoloji de selefiliğe tekabül ediyor, şu an için. Ama birkaç yıl sonra başka bir akım olabilir bu. Yani Selefiliğin ne olup olmadığı önemli değil, orada hesaplaşma Müslümanlıkla…

 

Ve bununla ne yapılmak istendiğini anlamak lazım…

Tabii… Yani kimse şunu sorgulamıyor: İslam dünyasına baktığımızda hemen her yerde şiddet var. Medya üzerinden bakan sıradan bir dünya vatandaşı, Avrupalı İslam dünyasının hemen her köşesinde, özellikle Ortadoğu’da şiddetin hakim olduğu algısını edinir. Bir yönüyle gerçekliği olan bir algı. Toplumlarla siyasal sistemler arasında gerilim varsa, siyasal taleplerin meşru yollarla temsil edilmesinin önü kesilmişse, ülke belli bir azınlığın tekelinde yönetiliyorsa, en doğal talepler bile şiddetle bastırılıyorsa zaman içinde kimi siyasal grupların yeraltına çekilmesi kaçınılmazdır. Ve yasal yollardan ifade edilemeyen taleplerin şiddete başvurularak elde edilebileceği düşünülebilir. Üstelik askeri ya da siyasal diktatörlükler dünya barışı, dengeleri adına küresel aktörlerce yıllarca destek görmüşse onların baskı altında tuttuğu toplumların tepkileri de ya şiddet içerecektir yahut kontrolden çıkıp kitlesel isyana dönüşecektir. Dahası bu toplumların Batı ile de sağlıklı ilişki kurmalarını engelleyen bir durumdur. Sorunların kaynağını Batı’da arayan bir nefret psikolojisi ister istemez gelişecektir. Ve modern dünya tarihindeki en uzun süreli iktidarlar da Ortadoğu’daki iktidarlardı. Hüsnü Mübarek’ten başlayın, otuz yıldan az iktidarda kalan yok. Bunlar kimin desteğiyle, hangi dengeleri muhafaza ile iktidarda kalabiliyordu? Bir, İsrail dengesini korumak. İsrail endeksli bir uluslararası denge kurulmuştu burada. İki, bölgedeki yeraltı zenginliklerinin kontrol dışına çıkmasını engelleyecek bir mekanizma kurmak. Yani kontrol dışı iktidarlar oradaki yeraltı zenginliklerinin kontrolünü ve servetinin dağılımı meselesinde ciddi pay sahibi olacak, ona göre bölüştürecek. Şöyle bir manzara var: Dünyanın en zengin yeraltı kaynaklarının üstünde yaşayan insanlar dünyanın en fakirleri. Buradan normal bir toplumsal yapı çıkar mı? Bu elbette şiddet üretir. Şiddeti üreten o insanlar mı yoksa bunca çelişki içerisinde yaşamaya mecbur bırakılan, icbar edilen toplumların yöneticileri mi? Bu soruyu sormadığınız vakit dışarıdan bakmakla, bu kültür şiddet üretiyor gibi basmakalıp bir algı çıkar ortaya. Bu çok politik, siyasal bir söylemdir. Ciddiye alınmaz ama geçerli olan da bu maalesef.

 

Davos çıkışından sonra Ortadoğu’da popülerleşen Tayyip Erdoğan ve Türkiye artık yerini Muhammed Mursi ve Mısır’a bırakıyor gibi. Bu değişimi Mısır’ın geçmişte Ortadoğu’nun amiral gemisi olmasına ve tarihteki eski yerine tekrar kavuşmak istemesine yormak mümkün mü? Yoksa Mısır’ın iradesinin dışında, başka bir takım merkezler rol değişimi mi gerçekleştirmek istiyor?

Ortadoğu’da üç tane devlet vardır: İran, Türkiye, Mısır. Mısır Arap dünyasının doğal lideridir zaten. Türkiye tarihi, geçmişi, devlet geleneği, Osmanlı mirası vs. gibi yönleriyle istese de istemese de zaten bölgede ağırlığı olması gereken ülke. Ama bu zamana kadarki politikalar onu Ortadoğu’dan uzaklaştırmaya icbar etmişti. O tarihsel kopukluğun üzerine birazcık Ortadoğu’yla ilgilenince ister istemez birden sanki yepyeni bir şey keşfedimiş gibi oldu. İran da Türkiye gibi tarihsel derinliği olan, güçlü devlet geleneğine dahip ve rekabet halinde bir ülke. Türkiye‘nin Ortadoğu’yla ilgilenmesi kötü bir şey mi, olumlu birşey mi? Elbette olumlu bir şey. Ama bu olaya çekinceli yaklaşmamızı gerektirecek şey bu etki ve ilginin çok fazlasıyla abartılmış olması. Yani bir Türk devlet adamı “bundan sonra Ortadoğu‘da Türkiye’nin izni olmadan kuş bile uçmayacak” diyorsa burada çok abartılı, amacı aşan bir durum var demektir. Yani Türkiye’nin gerçekten yapabileceği olumlu şeyleri de engelleyen bir söylemdir bu. Türkiye’nin diğer Müslüman halklarla kültürel, siyasal alışverişe geçmesini, yakınlaşmasını, dayanışmasını kimse küçümseyemez, çok önemli birşeydir. Ancak Türkiye’nin belirleyici olması ve Türkiye’nin izni olmadan bölgede hiçbir şey olmayacak demek için her şeyden evvel ekonomik güç gerekir. Türkiye’nin ekonomik gücü son on yılda onla mı çarpıldı, böyle bir şey var mı, yok. Askeri kapasitesi onla mı çarpıldı, yok. Ama ne oldu? Bir imaj çalışması var. Daha önceden yapılmayan şeyler yeni yeni yapılmaya başlayınca tarihsel duygusallıklarla birlikte özdeşleşen bir imaj var. Ama bu sadece imaj. Yani müdahil olmak istediği vakit elindeki angajmanları belli, argümanları belli, kullanabileceği imkanlar belli. Dolayısıyla değil Türkiye, Ortadoğu kendisi kendi kaderi üzerinde tam anlamıyla karar verecek durumda değil hala. İşte Suriye olayı Türkiye’nin kapasitesinin ne olduğunu çok basit biçimde gösterdi. Yani retorik, temenni güzel şeyler, herkesin hoşuna gider ama sahaya indiğinizde farklı realitelerle karşılaşıyoruz. Keşke şu formülasyon olsa, olabilse: İran, Türkiye, Mısır üçü bölgede bir temel strateji ile ortak hareket etmiş olsa o zaman Ortadoğu’da gerçekten çok farklı şeyler olur. Yani ikisi bir araya gelse, üçüncüsü itiraz ediyor; öbür ikisi bir araya gelse diğeri karşı çıkıyor. Böylesine yıpratıcı bir rekabet var, yarış değil ama yıpratıcı bir rekabete dönüşüyor. Tabii Mısır yeni yönetimiyle eskiye göre daha Türkiye’yle uzlaşacak gibi görünüyor ama öbür taraftan İran’la uzaklaştı. Türkiye, dikkat edilirse bir iki yıl önce İran’la yakındı, Mısır’la uzaktı. Şimdi Mısırla yakınlaştı, İran uzaklaşıyor. Bu yıllardır devam edegelen birşey, denklem: 2+1 şeklinde. İdeal olan üçünün bir araya gelmesi. Cografya için en tehlikeli şey ise -bölgenin yumuşak karnı da diyebiliriz- mezhep eksenli bir çatışmanın, bölünmenin meydana gelmesi, o fay hattının açığa çıkmasıdır; en büyük tehlike bu. Ve maalesef bu son gelişmeler gittikçe bu hattı derinleştiriyor. Buna engel olmak için Türkiye, Mısır, İran herkesin, bütün bölgesel güçlerin üzerine büyük sorumluluk düşüyor…

 

Son olarak, Ortadoğu’daki değişimle birlikte genelde Batı’nın, özelde ABD’nin ‘‘alternatifsizlik’’ten dolayı artık İslami hareketlerle zorunlu işbirliği yapacağı yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu işbirliğiyle birlikte ‘‘İslami hareketler artık küresel sistemin parçası olma yolunda daha hızlı ilerleyecek’’ denilebilir mi?

Sadece küresel sistemle, Amerika’yla alakalı değil. Herhangi bir yerle, bir güç ilişkiye geçiyorsa orada toplumsal, siyasal merkezle de işbirliği yapmak ister. Sevsin veya sevmesin bu bölgenin en dinamik unsurları İslami hareketler. Dolayısıyla İslami hareketler yok sayılarak bir şey yapılamaz. İslami hareketler küresel sistemle uzlaştıktan sonra, kendisi içeride başörtüsü, ibadet, toplumsal hayat vs. gibi kültürel normlar, sosyal hayatta nasıl davranıldığı, Amerika’yı fazla ilgilendirmiyor. O bizim ortodoks Kemalistlerin sorunu; yani şekilcilik üzerinden modernlik yapma işi. Amerika’nın öyle bir derdi yok. Küresel sermayeye pazar açılmışsa, Ortadoğu kapıları açmışsa, tüketim toplumu haline gelmişse, faiz vs. gibi birtakım temel değerler üzerinde bir çekince kalmamışsa diğer yönde de bir sorunu yoktur. Mübarek zamanında da anayasada devletin dini İslam yazıyordu, teorik olarak İslam devletiydi. Mısır’da halkın da, “resmi olarak” devletin de sekülarizm diye bir derdi yok. Zaten o maddeyi değiştirmek istemiyor. Dolayısıyla burada esas olan, olması gereken, teyakkuzda bulunması gereken İslami hareketlerin kendileri. Yani iktidar rüşveti karşılığında ilkelerinden taviz verecek veya ilkelerini ortadan kaldıracak bir sürece girmemeleri. Siyaset bir uzlaşmadır, evet, ve her zaman ideal olmayabilir. Bu reel politiktir. Ama ilkeleri değiştirmeye yönelik bir zihniyet dönüşümü yaşanıyorsa bu tehlikelidir. Yani esas dikkat çekilmesi gereken nokta şu: Artık, İslami hareketlerin, düşünürlerin, kendi iddialarından kuşkuya düştükleri bir süreç yaşanıyor. Yani temel siyasal tasavvurlarını paradigma değişimine uğratarak, “bu zamana kadar konularda yanlış” düşünüyormuşuz diyen özür dileyici bir dil gelişiyor. Bu zihniyet dönüşümü getirebilir, uzun vadede esas tehlikeli olan budur. Yoksa hayatın akışına müdahil olmak anlamında siyaset yapmak pratik çözümler üretme sanatıdır. Bu siyasal pratikler uğruna temel paradigmalarda çözülme yaşanıyorsa bu noktada durmak, düşünmek, sorgulamak gerekir. Şu andaki liderlerin söylemlerine baktığınızda bir zihniyet dönüşümü yaşandığı görülüyor. İktidar olsa da olmasa da sorun burada bence. Temel İslam algısında, İslam siyaset teorisinde, çağdaş dünyanın geldiği noktadaki İslam düşüncesinin dini duruşunda, daha doğrusu yorumlanışında bir problem var. Bu da muhtemelen bu hareketlerin çok fazlasıyla dar anlamda iktidar endeksli düşünmelerinin sonucu. Bir şekilde, “ne olursa olsun iktidar olalım” yaklaşımının tarihsel siyasal medenlerini anlayabiliyoruz. Bunca baskı, yoksunluk, sürgün, işkencelerden geçmiş bir toplumun nefes alabileceği bir alan bulma talepleri anlaşılır bir şey. Sosyolojik olarak da, insani olarak da anlaşılır bir şey. Fakat ideal olarak reel politiğin dışında fikir üreten, yazan, çizen, söz söyleyen insanların “ideal olanı” günlük praktiğe, pragmatizme kurban etmemeleri gerekir. Altını çizmek istediğim husus da bu. İdeal olanı koruduğun müddetçe bir takım iniş çıkışlar yaşasan da sonuçta neyin eksik olduğunu bilirsin ve o eksiği tamamlamak üzere bazı şeyler yapılabilirsin. Fakat maalesef reel politikle başlayan tavizler kalıcı oluyor, kalıcı oldukça da zihniyet dönüşümü sağlıyor. Bunu yaşamış bir toplumuz biz. En iyi bizim bilmemiz lazım. Bir de Mısır’ın bilmesi lazım, benzer tecrübeyi onlar da yaşadı. Diğerleri sömürgeleşme süreçlerinden geçtiler ama bütün bu tecrübeden sonra aynı pragmatizm tuzağına düşersek “modern” değil fakat başka bir şey oluruz. Yani hem bize hem de diğer tarafa yazık olur

 

lgili YazlarRöportajlar

Editr emreakif on March 2, 2013

Yorumunuz

İsminiz(gerekli)

Email Adresiniz(gerekli)

Kişisel Blogunuz

Comments

Dier Yazlar

Bir Önceki Yaz: