Kudüs haritasının anlamı

Söz konusu Kudüs ve Mescid-i Aksa olunca İsrail’den gelen her hamleyi dikkatle izlemek zorundayız. Mesela işgal yönetiminin bastığı yeni Kudüs haritasında Müslümanlara ve Hristiyanlara ait dini ve tarihi mekanların silinmesinin anlamı üzerinde düşünmek gibi.

Sadece Müslümanlar değil Hristiyanlar da kadim şehrin dokusunu bozmaya yönelik stratejik müdahaleleri dikkatle izlemek zorundalar. Zira, Kudüs’ün geleceği, statüsü, ona yönelik her müdahale Müslümanları olduğu kadar Hristiyan dünyasını da ilgilendirmektedir.
DEVAMI>>>

Ali’nin sadece bedeni gömülmedi!

Muhammed Ali’nin ölümü tüm dünyada konuşulmaya devam ediyor. Hayatı, mücadelesi, verdiği mesajlar üzerinden her kesimden insanı buluşturan bir popüler ikon haline geldi. Şaşılacak bir şekilde Amerika’dan Avrupa’ya tüm medya aygıtları Ali’ye adeta güzelleme yarışına girmiş görünüyor.

Genel çerçevede medyada Ali’nin Müslüman kimliği ve bu kimlikle verdiği özgürlük mücadelesi Amerikan özgürlük paradigması içinde yorumlanıyor. Ayrımcılığa, Vietnam Savaşı’na itirazına hatta isminin Müslüman bir isim olmasına bile Müslümanlığının bir etkisi olmadığına inandırmak isteyenler de var. Evet Ali’nin yıldızının parladığı dönemler Amerika’daki ayrımcılığa, ötekileştirmeye, baskılara karşı yükselen bir dalganın olduğu doğru. Ne var ki Ali’nin mücadelesini diğerlerinden ayıran temel faktörlerden biri de herhangi bir dini değil Müslümanlığı seçmiş olmasıdır. Zira Muhammed Ali’nin düşüncelerini, eylemini yakından bilenler onun yanıbaşında duran Malcolm X‘i yani Malik el-Şahbaz’ı görürler. Amerikan siyah hareketinin diğer liderlerinden Malcolm X’i ayıran temel faktör de Müslümanlığı idi kuşkusuz. Radikal söylemleri bir yana Müslümanca bir bakışa sahip olduğu dönemde karanlık ellerin hedefi olması manidardır. DEVAMI>>>

‘Alman vekiller’ kimi temsil ediyor

Almanya’nın Türkiye aleyhine aldığı kararda en çok dikkati çeken husus şüphesiz Türk kökenli milletvekillerinin tavrıydı. Parlamentodaki oylamada Türk kökenlilerin tercihleri bir tür “vatana ihanet” tarzında değerlendirildi. Teorik olarak bakıldığında hepsi Alman vatandaşı ve Alman anayasası üzerine yemin ederek görev yapan parlamenterlerden söz ediyoruz. Nitekim bunu teyit eder şekilde Almanya’nın Göç ve Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanı Aydan Özoğuz, Türkiye’nin değil, Almanya’nın ve Almanya’da yaşayan Türklerin vekili olduğu açıklaması geldi.

Türkiye’nin resmi olarak Alman milletvekili olan birinden kendi politikaları doğrultusunda hareket etmesini bekleme hakkı var mıdır? Yahut Alman milletvekili olsalar da etnik, dini, kültürel aidiyeti gereği Türkiye ile benzer tavırlar alması mümkün mü? Yahut Almanların kökenlerinden dolayı bu milletvekillerini Türkiye’nin bir temsilcisi gibi kuşkulu yaklaşmaları doğru mudur?
DEVAMI>>>

Ramazan hilâli Kudüs’ten doğar

Bazı acılar vardır, sürekli hatırlanması gerekir. Acıya sebep her ne ise ortadan kalkıncaya kadar hatırlamak gerek. Acıya da alışır insan… Bazı acılara alışmak ruhu alçaltır, kişiliği perişan eder. Alışmamak, direnmek, hatırlamak bazı acıların tek panzehridir.

Oruç her yıl kapımızı çaldığında arınmaya çağırır, anmaya davet eder.

Varlıktan vazgeçmeyi öğretir, yoksulları hatırlamamızı ister. Ve bir yandan yoksunluklarımızı bilincimizde taze tutmayı öğütler.

Kudüs her an anmayı gerektiren bir acı…
DEVAMI>>>

Alman köylülüğü

Uzun yıllar Türkiye’de yaşamış akademisyen kökenli gazeteci bir Alman arkadaşımın kendi milleti hakkında yaptığı tespiti çok şeyi özetler gibidir: Her Almanya dışına çıktığımda Avrupa’nın köylüleri olduğumuzu bir kez daha farkederim. Almanların köylülüğü meselesi elbette bir çırpıda çizilip atılacak türden değil ama çok şeyi açıklar niteliktedir.

Londra’da konfeksiyon işinde çalışan halk filozofu türünden, kendinden emin iri harflerle cümleler kurmayı seven bir Türk işçisinin bir ömür Avrupa’da yaşama deneyiminin özeti olarak üç ulusu kıyafetleri üzerinden tanımlardı: İngilizler spor giyer, Fransızlar şık görünmekten hoşlanır, Almanlar kaba ama sağlam elbiseler giyer.

Bir entelektüelin köylülük tanımıyla bir işçinin kaba ama sağlam tespiti bir araya getirildiğinde Alman karakteri hakkında çok genel bir resim ortaya çıkar.

Oysa kıta Avrupası düşüncesinin kurucu isimlerinin önemli isimlerinin Almanlar olduğu düşünüldüğünde köylülüğün felsefi temellerini de bulmamız gerekecek. Hegel’den Heidegger’e uzanan çizgide faşizme çıkan felsefi geleneğe temas etmemek imkansız. Geç kalmış emperyal hevesleri iki kez yarım kalan Almanların kaba, kanlı yüzüyle tanıdığımız faşizmi başarılı olsaydı muhtemelen Sovyet Marksizmi gibi düşünsel temelleri tartışılan, ciddiye alınan bir ideoloji olarak literatüre girecekti. Her kaybeden gibi faşizm de, Heidegger gibi yirminci yüzyılın en büyük düşünürlerinden birinin, en hafifi tabiriyle sempatisine rağmen lanet okunan bir düşünce olarak kalmaya mahkum. Çünkü kaybetti… Zalimliği bile Avrupa düşüncesi içinde meşrulaştırılabilirdi; tıpkı Stalinizm gibi…

Alman karakterindeki köylülük şeklinde kendini gösteren kaba fakat sağlamlık şeklinde tezahürüdür, en azından bizi etkileyen çehresiyle askeri modernleşmedir. Osmanlının İngiliz, Rus ve Fransız kıskacına girdiği son dönemde bir denge unsuru olarak Almanlara yakınlaşması daha çok askeri alandaki tezahürleriyle bizi etkiledi. Alman milliyetçiliğinin Osmanlı versiyonu özellikle İttihatçı politikalarda Türk milliyetçiliğinin öne çıkarılmasıydı. Askeri bir ideoloji olarak benimsemekte zorlanmadığımız milliyetçiliğin dönemin şartlarında dayatmacı, kaba ama sağlam görünen bir karşılık veriyor gibiydi. İmparatorluğu kurtaracak “kültürel Türkçülük” olarak Alman versiyonu siyasete sarılan askeri bürokratik yapı imparatorluğun son çırpınışı olacaktır.

Fransız modernleşmesi nasıl Tanzimat aydınları için hürriyet, adalet, musavat gibi “büyük idealler” olarak modernleşmenin ve medeniyetin alamet-i farikası idiyse, milliyetçilik de bu uygar dünyanın romantik süsü olabilirdi. Alman modernleşmesinin birebir karşılık geldiği askeri bürokratik yenilenme bir kurtuluş ideolojisinden çok siyaset olarak sert ve cebri olması kaçınılmazdı.

Bu arada şunu da hatırlatmakta yarar var, Birinci Dünya Savaşı’na girişimize sebep teşkil eden iki Alman zırhlısı savaş gemisinin provokasyonu da ince bir diplomatik manevralardan çok tam anlamıyla Alman kabalığının diplomasiye yansıyan biçimidir. Ve imparatorluğun sonunu getirecek olan Almanlarla müttefik olarak girdiğimiz savaşta Osmanlı ordusunun komutasının Almanlarda olduğu da unutulmamalı. Stratejik kararlarda son sözün Alman subaylarında olduğunu bu nedenle Osmanlı için gereksiz cephelerde büyük kayıpların verildiğini… Farklı cephelerde Almanlar üzerindeki müttefik baskısını hafifletmek için Osmanlı askerinin ölümüne sürüldüğü de bir vakıadır.

Almanların emperyal hevesleri uğruna dünyanın başına açtığı savaşın bedelini tüm insanlık ağır ödedi. Sadece İkinci Dünya Savaşı sırasında toplam yetmiş milyon kadar insan can verdi.
DEVAMI>>>

Şam ve Ankara’yı yaklaştıran korku

Son günlerde Suriye Baas yönetimi ile Türkiye’nin ilişkilerinin düzenlenmesi, görüşmelerin başlatılması yönünde bir politika değişikliğinin işaretlerini veren açıklamalar yapılıyor. Suriye iç savaşının her anlamda tıkandığı, hiç bir tarafın mutlak üstünlük sağlama gücünde olmadığı bir noktaya gelindi. Üstelik doğrudan dış müdahalelerin askeri boyut kazandığı ortamda Suriye iç savaşı bir vekalet savaşı olmaktan da çıkmak üzere. Bölgesel ve bölge dışı güçlerin uluslararası hukuk kılıfı altında müdahil olduğu, doğrudan savaşın tarafı haline geldiği ortamda bölge çok ciddi risk altında. Artık kimse şu veya bu yönetim altında bir Suriye’den bahsetmiyor. Hatta yönetimden çok bütünlüklü kalsa bile yaşanabilir bir Suriye’nin varolup olmadığı konuşuluyor. Yürütülmeye çalışılan hesap, herkesin kaybettiği bir içsavaştır. Bu saatten sonra kimin hangi politikaları sürdürerek bu noktaya geldiği yahut kimin zamanında “ben yazmıştım” deyişini haklı çıkaracak olguların hiç bir anlamı kalmadı. Ama yazılıp çizilenler, ithamlar da arşivlerde duruyor.
DEVAMI>>>

Mermerde iz bırakan adam

Necip Fazıl hayatının hiç bir döneminde bugün olduğu kadar resmi kabul görmemişti. Ona gösterilen itibarın, verdiği mücadelenin bir sonucu olarak okumaya yatkın olanlar muhtemelen çoğunluktadır. Necip Fazıl gibi pek çok ismin, değerin, popüler kültür malzemesi haline getirilmesi ile kıymetlerinin takdir edilmesi arasındaki mahiyet farkının ortadan kalktığı bir dönemde bazı şeyleri anlatmak daha da güçleşiyor.

Bir “dava adamı” olarak O’nun hayatı aslında modern Türkiye’nin siyasi ve sosyal tarihinin de özetidir. Bu memleketin tüm ideolojik, sosyal, kültürel, siyasi çelişkilerinin, açmazlarının, dönüşüm evreleri ve aktörleri Necip Fazıl’ın hayatına bakmadan, mücadelesi ve iddiaları anlaşılmadan çözümlenemez… Türk şiirindeki yeri, çeşitli alanlarda kalem oynattığı sanatı bir yana bir dava adamı olarak düşüncesi ve eylemliliği Türkiye’nin yakın tarihinin de seyir çizgisidir.
DEVAMI>>>

‘Amerikan rüyası’nın kabusu

Amerika’nın kendi geçmişi ile barışması olarak algılanmıştı Obama’nın başkan seçilmesi. Zencilerin, kölelerin külleri üzerinde kurulmuş bir uygarlığın, “Amerikan rüyası”nın kabusu başa geçmiş, geçmişi ile yüzleşmişti sonuçta! Obama’nın ne kadar zenci olduğu tartışılmadı bile, ama sonuçta saf beyaz değildi. Renk körü bir toplumun melezi zenci kategorisine koyarak geçmişiyle barışmasının erdemi olarak takdim edildi.

Amerikan toplumunu itirafçı toplum olarak tanımlayan sosyal bilimciler bu renk körlüğünün nedenini antropolojinin konusu yapmaya cesaret edebilecekler mi? Sanmam. Batı dışı toplumları nesneleştirmeye, laboratuvar malzemesi olarak inceleyen disiplin olarak doğan antropolojinin aynasında kendilerini görme cesareti gösterebilmeleri beklenemezdi. Buna cesaret edenler ise akademinin dışına itilecek, marjinalleştirilecekti… Ama sosyolojik bir tanımlama olarak itirafçı toplum olmayı, kendi geçmişiyle yüzleşme cesareti ve erdemine sahip olmayı içtenlikle benimseyebilir, ayrıcalıkları olarak takdim edebilirler.
DEVAMI>>>

İslamcılık yerel mi, yerli mi?

Türkiye sömürgecilik uygulamasına benzer bir kültürel yangından geçti. Bu yangının kıvılcımları çoğunun sandığı gibi Osmanlı sonrası ateşlenmiş değil. En az 200 yıldır aydınlar, bürokratlar düzeyinde kültürel sömürgeleştirme süreci yaşandı. Kendi kendini sömürgeleştirmeyi başarmış nadir toplumlardan, coğrafyalardan biriyiz. Kendi kendini sömürgeleştirme süreci de sancısız gerçekleşen bir dönüşüm, kendi varlık şartlarını reddediş hikayesi değil elbette. Bir sam yeli esmiş gibi bu toprağın tüm verimlerini kurutmuş, bir yangın sonrası küllerinden savrulan kalınanlardan yeniden doğma, hayat bulma arayışının da hikayesi aynı zamanda.

Bu nedenle tarihi tecrübe diye yaslandığımız geçmişle ne sağlıklı bir kanal açılabildi ne de o birikimden bugüne anlamlı bir cümle kuracak soluğa sahibiz. Ya reddediş ya mutlak idealize ediş sarmalında yol bulmaya çalıştı toplum. Batıcıların sorunu halledilmiş gibiydi, çağdaş uygarlık şapkasını takmak yetmişti onlar için. Köklerinden yeniden doğmak isteyen daha doğrusu köklerini arayanlar için ise kül altında kalan tohumu yeniden yeşertmek kavgasıydı.

DEVAMI>>>

Cemaat-parti ikilemi

Özellikle Ortadoğu’da modern seküler siyaset ortamında İslami hareketlerin siyaset yapma tecrübeleri uzun çapraşık bir süreçten geçti. İslami hareketlerin bir yanda toplumu dönüştürme ihya, tebliğ gibi kavramlar üzerinde inşa edilen insana, topluma yönelik çalışmalar sürdürüldü. Diğer tarafta sadece bireysel yaşayış ve ahlak ile sınırlı kalmayan İslamın değer hükümlerinin hayata geçirilmesi ilkesi de İslami hareketlerin alamet-i farikası oldu… Yani siyaset alanı, hayatın farklı alanlarına dair “İslam ne diyor”u gösterecek bir mücadele olarak belirginleşti.

Bu da doğrudan siyasetin, güç ilişkilerinin alanına girdiği için mevcut çoğu diktatöryal seküler sistemlerle yüzleşmeyi, ilişkilerini ona göre şekillendirmeyi gerektirdi. İslam dünyasının askeri ya da hanedan despotizmi, yahut tek parti diktatörlükleri altında toplumsal taleplerin siyasete doğal ve meşru yollardan aktarılamadığı, temsil edilemediği göz önüne alındığında İslami hareketlerin temel sorunlarının nelerden kaynaklandığı anlaşılır. Meşru taleplerin siyasette temsil imkanı bulamayan her toplumsal ve siyasal taraf gibi İslamcılar da çoğu kez bastırıldı, yeraltına itilmeye zorlandı.

DEVAMI>>>