Ritmin gücü
Uluslararası yarışmalarda karşımıza çıkar marşlar. Madalya törenlerinde anlamadığınız bir dilde, hoşlanmadığınız hatta size hiç hitap etmeyen bir müzik çalmaya başlar. Madalya sahibinin yarı ibadet hissiyle bir huşu maskesi takınarak dinlediği marşlar çoğu kez soğuk ve boğuk gelir. Bu durum sadece farklı bir kültürün müzik anlayışının notalara dökülmüş şeklinin, bestenin, sesleri kulağımıza aşina gelmeyen enstrümanların bir sonucu olduğunu düşünürdüm. Buna karşılık anlamadığımız bir dilde olmasına rağmen kanımızı çağıldatan kimi marşlar da olabilir. Mesela Boşnakların değiştirilmeden önceki marşları böyledir.
Dostum Cemaleddin Latiç’in sözlerini yazdığı marşın etkileyici gücünün sadece Bosna’ya olan ilgimizden kaynaklanıyor olamazdı. Ama bu sarsıcı etkinin de bir açıklaması olması gerekirdi… Nedenini de açıklamakta zorlansam da bizden bir ses taşıdığı muhakkaktı… Ta ki, Latiç’ten bu marşın ortaya çıkış hikayesini öğreninceye kadar… Ama önce bir alıntı yapacağım. Yıllar önce okuduğumda çok etkileyici bulduğum bir yazı. Rahmetli mimar Cevat Ülger’in ”Ritmin Gücü ve Ritme Davet” başlıklı yazısı:
“Konservatuar mezunu bir arkadaşım, zengin plâk koleksiyonunu dinletirken, 20. Yüzyıl müziğinin en mühim karakterinin ritmsizlik olduğunu uzun uzun anlatırdı; ritmsizlik ve melodisizlik. Sayısız modern müzik eserlerini dinler, fakat neden «a ritmi»ye ve «a melodi»ye lüzum duyulduğunu pek düşünmezdim; bana pek mühim gelmezdi bu… Şimdi düşünüyorum, şiirde de aynı şey; onda da ritmden kaçma, bir nevi ölçüsüzlük, dağınıklık var. Resim, heykel, mimarlık ve baleyi de rahatça bu anlayış içinde kabul edebiliriz.
Ama bir hadise beni başka türlü düşündürmeye başladı: İşim vardı, şehrin en kalabalık ve geniş caddelerinden birine doğru yürüyordum. Fakat caddede olağanüstü bir kalabalık olduğunu fark ettim. Davul sesleri de geliyordu. Biraz sonra davul sesleri yaklaştı; zurnalar da eklenmişti. Mehter takımı geçiyordu! Mehteri teşkil edenleri göremememe rağmen, davul – zurna seslerini duyuyor, sancak ve tuğları rahatça görüyordum. Evet, sancak ve tuğlar şaşılacak kadar heyecan verici bir şekilde, önce sağa doğru hareket ediyorlar ve sağın en ucunda duruyorlar, sonra sola doğru gidiyorlar. Bu alabildiğine ağır dönüş, eğiliş ve duruş, yirmi davul ve yirmi zurna, bir o kadar kös, nakkare, zil, kudümün yine ağır müziği ile iç içe titretici bir güçle devam ediyordu. Şaşırmış şekilde bu «ağır ve şahane» ritmi caddenin sonuna kadar yaşadım. Mehter ilerde yana döndü, kayboldu. Davulların derinden gelen ritmi devam ediyordu.
O günden beri kendimi ritmin gücü karşısında buldum. «Ritm»de, «ölçü»de, şaşılacak bir güç vardı. Yine tesadüfen gittiğim bir festivalde gördüğüm Erzurum ekibini daha iyi hatırlıyorum şimdi…
Bugün sormaya başladım: Bugün «ritm» kime ne yaptı? Neden ona karşıyız? Neden «a ritm»iye meylediyoruz?”
Bazı kısımlarını atlayarak alıntıladığım ritmin gücü ve mehterin ruhuna dair bu yazının Bosna marşı ile alakasına gelince… Latiç ile yapılan bir söyleşide (Karabatak, Mart-Nisan 2017) bir şiirin yazılış hikayesinden çok şiirle beraber tarihin iç içe geçtiği duyuş ve seziş halinin hikayesi var…
Her şey Rahmetli Aliya’nın 1991 yılında SDA kongresine beş altı gün kala bir marş yazmasını istemesi ile başlar . Ve bunu söyledikten sonra İstanbul’a son gidişinde yanında getirdiği bir mehter kasedini de uzatır. Şiiri yazarken mehter müziğindeki ritme dikkat etmesini istemeyi ihmal etmez. Latiç zaten duygusal ve coşkulu bir şair olarak marşı yazar. Kongreye çok az bir süre kalmıştır. Beste yapılır ancak nakarat kısmı bir türlü tam istediği gibi olmamaktadır. Onlarca enstrümana rağmen müzisyenler tıkanıp kalmıştır. O sırda Cemaleddin dinlediği mehterin etkisiyle seslice mırıldanmaktadır. Ve müzisyenler heyecanla titreyerek tekrarlamasını ister ve nakarat notaya dökülür marşın bestesi ortaya çıkar..
Modern zamanların Boşnakları müzik kültürü ile mehter arasında çok mesafe olmasına rağmen onları çeken şey Cevat Ülgerin sözünü ettiği ritmin gücü olsa gerek. Belki de geçmiş zaman esintileri ile Boşnak ruhu buluşmuş kendi sesini yeniden yakalamıştı. Aliya’nın geleneksel anlamda bir Osmanlıcı olmadığı bilinir. Ancak bir düşünür ve entelektüel olarak mehtere yaptığı vurgunun sadece ritmin farkında oluşuna da bağlanamazdı elbette.
Tek kelime Türkçe bilmeyen Boşnakların Yunus Emre’den ilahiler söylemesi de dini kültürün oluşumundaki geçişkenliklerin doğal sonucu, beraberce harmanlanmış bir iklimin bugüne yansıyan esintisi olmalı.
lgili YazlarDüşünce
Editr emreakif on April 8, 2017