Sekülerliğin Tunus halleri

Arap baharının sonuçlarını kestirmede, tüm kesimler içinde en fazla yanılanlar, sanırım Türkiye’deki aydınlar başta olmak üzere siyaset ve akademik kurumlar oldu. Bunun çok farklı nedenleri olsa da, uzun süre boyunca duyarsızların bölgeye ilgisizliği ve duyarlı olanların da hamasetten beslenen bilgisizliği olarak özetlenebilir. Her kesimin kendi aynasından, üstelik farklı dinamiklere sahip farklı ülkelere aynı çerçeveden bakarak Arap baharına yaklaşmış olması…

Geriye dönüp bakıldığında şu veya bu şekilde süreci devam ettirebilen Tunus’tan başka bir bahar ülkesi kalmadı. Başlangıçta tamamen seküler bir özgürlük arayışı olarak yorumlayanlarla sürece İslami bir başkaldırı kılıfı giydiren yaklaşımlar gelişmeleri anlamakta zorlandılar; gelişmeleri okuyamadıkları gibi yanlış sonuçlar çıkarttılar.

Tunus’ta Nahda Hareketinin öncü isimlerinden Gannuşi’nin önceki gün New York Times’ta ilginç bir yazısı çıktı. Kendi içinde tutarlı ama Tunus’u kendi pencerelerinden görmek isteyen her kesimi de boşa çıkaran bir yazı. Özetle Gannuşi, “Tunus’ta yaşananlar bir laik-İslamcı mücadelesi değil, despotizm ve ona karşı demokrasi mücadelesidir” diyor ve şöyle devam ediyor: “Seçimleri “İslamcı/seküler” ikili karşıtlığına indirgemenin hem bir yararı yoktur hem de bu indirgeme doğru değildir. Aslına bakarsak, “Tunus’un Çağrısı Partisi” dâhil olmak üzere, en seküler partiler, herhangi bir yararı olmayan gereksiz bir kutuplaştırma yaratan laïcité  ya da sekülerizm etiketini reddetmektedir.”

Gannuşi dengeli ve ılımlı bir İslam anlayışını savunduğunun altını çizdiği yazıda Nahda’nın çoğulcu anlayışını 150 yıllık geçmişe dayandırıyor; muhtemelen bu da kolonyal tecrübeye gönderme sayılabilir.

Gerçekten de Türkiye’deki bölünmeye karşılık gelecek laik-İslamcı ayrımı, ya da “laiklik sorunu” İslam ülkelerinin pek çoğunda yoktur, var olan sorun  daha farklıdır. Gannuşi’nin bu çıkışı doğrusu beni şaşırtmadı. Onunla ilk uzun soluklu buluşmamız 90’lı yıllarda, İngiltere’de uluslararası bir toplantıda oldu. Ülkesini terk etmek zorunda kalmış ateşin bir İslamcı lider yerine daha mülayim ama hala heyecanlı bir cemaat lideri intibaı vermişti. Özellikle o dönemin şartlarında tartışılan ve bugün de Arap baharı üzerinden sürdürülen temel  konulardaki yaklaşımını da eklektik bulduğumu söylemeliyim.

Tunus; resmi ideolojisi Fransız jakoben laiklikten beslenen bir despotik rejimdi. Diğer ülkelerde despotizm daha dini görünümler içinde sürdürülmekte, başta dış-tehdit algısı ile totaliter yönetimler toplumu baskı altında tutuyordu. Bu çerçeveden bakılınca ayaklanan kitleleri İslamcı-laik ayrımı çerçevesinde değerlendirmek imkansızlaşıyor. Tam da bu noktada devrimler de apolitikleştiriyordu. Diktatörlüğün gitmesinin öncelenmesi, diğer sorunların ertelenmesini getirdi. Sosyolojik ve kültürel olarak bakıldığında da Libya, Mısır’da, hatta bu konuda Türkiye’ye en çok benzeyen Tunus’ta bile laikliğin toplumsal karşılığı yoktur. En laik bilinen kesimlerle İslamcı olarak öne çıkanlar arasındaki farklılık  Türkiye ile kıyaslanamaz.

Fransız tipi “laïcité”, bizdeki anlaşılan ifadesiyle “jakoben laiklik” yerine Anglosakson laikliğin ya da sekülerizmin daha tercih edilebilir olması, eski İslamcı liderler dahil olmak üzere birçok kesim tarafından hayli gündeme getirilen, ilgi gören, hatta pek çok soruna cevap olarak formüle edilen bir eğilim. Bir tür post-modern laiklik tanımıyla din ile laikliğin barıştırılabileceği ve bu arada dine bir özgürlük alanının, bireyin dinini yaşayabileceği bir  ortamının kendiliğinden oluşacağı varsayımı güçleniyor.

İslami hareketlerin siyasal faaliyetlerine “siyasal İslam” etiketi yapıştıranların buna karşı “kültürel İslam” tezini öne atmaları yeni bir durum değil. Tıpkı laiklik uygulamalarının/dayatmalarınınj panzehri olarak sekülerizmin gösterilmesi gibi…

Burada dinin kültürel alana sıkıştırılması ile laikliğin seküler çerçevede hayata geçirilmesinin birbirinden bağımsız olmadığına dikkat çekmek gerekir. Dini, yani İslam’ı, önce bireysel hayata, özel tercihlere indirgedikten sonra bireysel özgürlükler babında bir alan açılmasını sekülerizmin zaferi olarak ilan etmeye ve de bunu benimsemeye yatkın epey insan var. Dinin kültürelleştirilmesi zaten onu belli bir alana sıkıştırıp, hayattan izole etmek anlamına gelir ki, “siyasal İslam”a karşı “kültürel İslam” tezi de tam bunun içindir.

Diğer tarafta jakoben, tepeden dayatmacı Fransız laikliğine karşı Anglosakson laikliği ya da daha felsefi anlamda sekülerizm de tersten benzer işlevi görür. Jakoben laiklik toplum mühendisliğini önceler ve toplumu dizayn etmeye çalışır. Siyasal baskı olmadan jakoben laiklik sürdürülemez.

Türkiye’de de muhafazakârlarca çok da benimsenmiş görünen Anglosakson uygulama ise daha demokratik, daha özgürlükçü bir ortama özgü laiklik modelini öne çıkarır. Sadece siyasal alanın laikleşmesini değil insanın hayatla ilişkisinin dünyevileşmesini, dini bir perspektiften çok ladini bir bakış açısının kendiliğinden geliştiği bir toplum modelini önerir nihayetinde.

Gannuşi’nin, söyledikleri; bir toplumun despotik rejimleri başından def edip insanca yaşayabileceği siyasi, sosyal ortamın oluşması anlamında kendi içinde tutarlı bir çizgiyi temsil ediyor. Ayrıca bazı kavgaların laik-İslamcı çatışmasıyla açıklanamayacak olması, hem Arap baharının siyasal misyonunun hem de bu toplumların yüzeysel bir şekilde yorumlanamayacağını gösterir. Hem İslamcılık hem laiklik adına kavgaya tutuşanların apolitik devrimleri yeniden değerlendirmeleri gerekir.

lgili YazlarDünya, Siyaset

Editr emreakif on November 22, 2014

Yorumunuz

İsminiz(gerekli)

Email Adresiniz(gerekli)

Kişisel Blogunuz

Comments

Dier Yazlar

Daha Yeni Yazlar: