Türkiye’de ‘cemaat’ var mı?
YaÅŸanmakta olanların bizatihi kendisi gösteriyor ki; kimin haklı, kimin haksız olduÄŸundan öte, bu ülkede Müslümanlık adına ‘yarınlarımıza neler emanet edebileceÄŸimiz’ meselesi daha önemli. Yapılanlara, bir iktidar kavgası yahut ülkenin varlık-yokluk meselesi olması açısından bakıldığında çok ÅŸey izah edilebilir ve çok ÅŸey de meÅŸru görülebilir.
Asıl sorun, açıkça böyle bir deklarasyon yapılmamış olmasına raÄŸmen, yapılıp edilenlerin ‘Müslümanlık’ hanesine yazılıyor olmasıdır. Algıların gerçeklerden daha öne çıktığı bir dönemdeyiz. Bu arada ilk kurban edilen hakikat ve hakkaniyet oluyor: herkes kendi safına tetikçi arıyor, hakikat savunucusu deÄŸil. Ä°nsanlığın, vicdanın, ilkelerin kolayca feda edildiÄŸi bir vasattayız ve bu durumda beni ‘bir Müslüman olarak yarınlara, gelecek nesillere nasıl bir söz emanet edeceÄŸimiz’ sorusu her ÅŸeyden çok ilgilendiriyor.
Gelelim baÅŸlıktaki soruya; Türkiye’de gerçekten ‘cemaat’ dediÄŸimiz bir yapı var mı? Bu soruya verilecek cevap, cemaate yüklenen anlama göre deÄŸiÅŸebilir. Ancak ÅŸu çok açık; Türkiye Cumhuriyeti, kuruluÅŸundan bu yana resmi olarak kendi kontrolü ve tanımının dışında bir din ve dini yapılanmayı yok saymış ve tanımamıştır.
Devletin yok sayması, bu yapıların buharlaştıkları, toplumsal, dini ve kültürel anlamda hiçbir gerçeklik zeminlerinin kalmadığı/olmadığı anlamına gelmez.
Pek çok İslam ülkesinde var olan dini yapıların görünürlüğünü, temsiliyetini, devletle ilişkilerini yasalaştıran bir kurumsallaşma yerine, bu yapılarla ikircikli ilişki kuran, ama onları resmen yok sayan bir ilişki tercih edildi. Tıpkı ilkokuldan başlayarak insanların inanmadıkları pek çok resmi söylemi tekrarladıkları, devletle ikili, ikircikli bir ilişki tesis eden ve kişilik bölünmesine yol açan uygulamalar gibi. Bu durum etnik aidiyetler, ideolojik ve dini kimlikler bağlamında da geçerli.
Cumhuriyet modernleşmesinin/batıcılığının dinle kurduğu ya da kuramadığı, parçaladığı ilişki, uzun vadede altından kalkamayacağı sorunları biriktirmekten başka bir işe yaramadı. Toplum, ne dininden ne dini bağlılıklarından vazgeçti; bu yapılar da bir şekilde varlığını sürdürürken devletle ikircikli ilişkiler kurdu. Diğer taraftan süreçte anlam kaymalarına, yeni toplumsal sorunlara neden olacaktır; tarikat olarak yasaklanan kimi yapılar(Bektaşi-Alevi gibi) mezhep olarak algılanmaya ve toplumsal hayatta karşılığı olan yapılar, siyasi unsurlar haline geleceklerdir.
Devlet yok saydığı, resmen görmezden geldiği ama toplumsal karşılığının olduğunu bildiği yapıları, bir yanda bastırırken, diğer tarafta gerektiğinde kullanabileceği unsurlar olarak kabul etmeyi tercih etti. İmtiyazlı tarikat çevreleri olduğu gibi, rejimin hayatiyeti için ezilmesi gerekenler de vardı.
Anadolu’da Müslümanlığı diri tutan, ona ÅŸekil veren bu yapılar; kendilerini ev sahibi olarak görerek bir sorumluluk duygusuyla devletin dine karşı uygulamalarını sineye çekerken fırsat buldukça devleti, siyaseti etkilemekten de geri durmayacaklardır. Kendilerine alan açmak için bu yapılarla üstü kapalı pazarlık yaparak siyasi yarışta öne çıkma çabaları sadece saÄŸ muhafazakar partilerle sınırlı kalmayacaktır. Siyasetle bir tür oportünizm iliÅŸkisine dönüşen bu ayakta kalma savaşında, bu yapılar, diÄŸer tarafta siyasal iktidarların ellerinde bir koz olarak sürekli kullanabilecekleri unsurlar haline geleceklerdir.
Din-devlet ilişkisinin, bir taraftan, yok sayılarak sürdürülmek istenmesinin devletin kısa vadede işine geldiği açık. Operasyonel aklı fazlasıyla önemseyen bürokratik bakışın, uzun vadeli toplumsal-kültürel olanı görmezden gelmeye yatkınlığı en fazla bu konularda ortaya çıkıyor.
Tanımlanmamış ‘dini, toplumsal varlığı’ küçük ulufelerle idare etme alışkanlığı, cemaatleri farklı reflekslerle hayatiyetlerini sürdürme stratejisi geliÅŸtirmeye zorlayacaktı.
Laikliğin kamusal ve toplumsal olanı dinden arındırma, dini yok sayma indirgemeciliği resmi uygulama alanı bulurken pratik gerçekliğe de ses çıkar/a/madan dini kontrol altında tutma stratejisinden dolayı kendini yenileyemeyen ve yeniden tanımlanamayan bu ilişki biçimi; hayatın dinamizmi karşısında çökecektir. Hem Kürt-Türk, hem Alevi-Sünni-tarikat meselesinde yaşanmakta olan sıkıntı budur.
Paradoksal biçimde Ä°slam dünyasında bu iliÅŸki biçimine fazlasıyla benzeyen Suudi Arabistan. Dini de tekelinde tutan siyasal otorite, devlet dışı dini oluÅŸuma, özellikle tarikat yapılaÅŸmasına izin vermez. Mısır, Pakistan gibi ülkelerde dini yapılanmaların resmi ve toplumsal anlamda var olmaları, temsiliyetleri için yasal engel bulunmaz. Bu nedenle Türkiye’deki dini cemaatler ve bunların toplumsal karşılıklarını Mısır ve Pakistan’daki durumla karşılaÅŸtırmak son derece yanlış sonuçlara götürür. Arap baharı denilen ayaklanmaların dini ve toplumsal anlamda yanlış okunması din-devlet iliÅŸkisindeki temel farklılıklardan kaynaklandı.
Türkiye’de biriken ve muhtemelen kartların yeniden karılmasını gerektiren sorun; hala tanımlanmamış, yok sayılan ama fiilen iÅŸ tutulan yapılarla devletin iliÅŸkisinin tanımlanmaması ve tanzim edilmemesidir. Şüphesiz siyasetin kendi dinamikleri ve çeliÅŸkileri birinci dereceden herkesi etkileyen bu geliÅŸmelerde öne çıkıyor olsa da temelde siyasete evrilen toplumsal güçle, topluma yaslanması gereken siyasetin -açık, doÄŸallığında- toplumsal, tarihsel ve kültürel gerçekliklere göre tanımlanmamış olmasıdır.
Ýlgili YazýlarDüşünce, Siyaset
Editör emreakif on February 27, 2014